Biz ne olduğunu anlamasak da, kuram insanlığa hizmet etmeye devam ediyor, yüksek teknolojide, telekomünikasyonda vb. pek çok alanda onu kullanıyoruz. Ancak neler olduğunu anlasaydık muhtemelen şu andakinden çok daha yaygın ve verimli kullanabilirdik. Kuantum fiziği, getirdiği yeniliklerle bir yandan hayatımızın her alanına nüfuz ederken öte yandan doğanın yapısına dair çok temel soruları cevapsız bırakmış. Dolayısıyla doğayı tanımlayışımızda gelecekte de kavramsal devrimler olası.
Bilimsel yaratıcılık sanattaki gibi değil, keşiflerle ilerliyor, tamamen yeni bir şey yaratmıyor bilim adamları; başından beri aynı şekilde var olanı başka türlü görmeyi öğrenerek ilerliyoruz. Bilimsel gelişmeler; yeni gözlem ve deney araçlarının üretilmesiyle, problemin ele alınış biçimlerinin değişmesiyle, problemi çözmeye yarayan mantık ve matematiğin gelişmesiyle, paradigma değişimleriyle gerçekleşiyor.
Kuantum fiziğindeki kuvvetler de kütleçekimi de ilk insandan önce vardı, bizden sonra da olacak.
Heisenberg, -sanırım döneminde karşılaştığı güçlüklerin de etkisiyle- şu sözü söylemiş:
Kuantum fiziğinin felsefi sorunları en basitinden çift yarık deneyinde mevcut. Dalga fonksiyonu indirgenmesi, ölçme, ölçme öncesi durumların üst üste gelmesi, gözlemcinin sonuca etkisi… Uzlaşılan tatmin edici bir yorum olmadığına göre, çift yarık deneyine başka paradigmalarla bakmak gerekliliği önemini koruyor bence (bazı fizikçiler matematiksel olanla yetinip sorun olmadığını düşünürken diğerleri problemin sürdüğü görüşünde).
Deneye farklı bir gözle bakabilmek için rastladığım geliştirici bir yaklaşım şu (azıcık değiştirdim): “Böyle bir olayı nasıl açıklayabiliriz? Neden bu bize bu kadar garip geliyor? Aslında düşündüğümüz şey şu: ‘Bir parçacık ya alt ya da üst yarıktan geçer. Bir kere geçtikten sonra da, sadece o yarık açıkken nereye gidiyorsa, oraya gider. Sonuç yanlış olduğuna göre, bu cümlede yaptığımız açık ya da gizli varsayımlardan birinin geçersiz olması gerekiyor.“
“Düşünmek için düşünmek… Müzik gibi…” demiş Einstein. Çift yarık deneyi üzerinden bilinmeyen, tam anlamadığımız bir olguya nasıl/kaç farklı şekilde yaklaşabileceğimizi öğrenebiliriz. Merakın derinleştirilmesi, doğru ve ufuk açıcı sorular sormayı öğrenmek, bilimsel yöntemden haberdar olmak gibi bilim kültürünün gerektirdiği nitelikleri geliştirebiliriz.
Einstein, “Yaşamla Yazışma” kitabında; -yanlış hatırlamıyorsam- küçük bir kıza mektubunda, “Hayvan nedir?” diye sormak yerine “Ne tür özellikleri olan varlıklara hayvan diyoruz?” şeklinde sormasını öneriyordu. Sonuçta kuantum kuramının başlangıcını sağlayan adım da Planck’ın kara cisim ışıması problemini ışıma özelliğinden alıp “ışıyan atom” şeklinde değiştirmesiyle atıldı. Böylece problemin ortaya konuş tarzını değiştirdi ve “kuantum” kavramına ulaşacağı yol açılmış oldu.
Bilimde her büyük fikir ilk çıktığında devrimci oluyor, zamanla klasik ve otoriter hale geliyor; bilim ilerlerken bazı sorulara yanıt veremez hale geldiğinde ise yerini bir başka yeni ve devrimci fikre bırakarak geçerli olduğu alana çekiliyor. İki yüzyıl boyunca Newton’ın teorileri mutlak geçerli kabul edilmişti. Otoritesine karşı çıkılamazdı. Einstein bunun üzerine devrimci bir fikir olarak geldi. (Newton’ın papucu dama atıldı diye düşünmemek lazım. Klasik fizik, moleküllerden gezegenlerin hareketine kadar hala pek çok olguyu açıklayabiliyor. Bizi aya götürdü. Sadece çok küçük enerji düzeylerinde olanları açıklamakta yetersiz.) Günümüzde de Einstein’ın göreliliği, kuantum fiziği otorite konumunda. Elbet bir gün birileri bunu değiştirecektir.
- Kopenhag yorumu bugün bile kavramsal sorunlarını çözememiştir, son durak değildir. Sorunları vardır ancak ona “yanlış” diyemeyiz, “eksik” ya da “sınırlı” denilebilir. (Kopenhag yorumunu matematiksel akıldışılık olarak görenler var; gerçekçi bir kuram yerine -hesaplamalara uyan- pozitivist bir kurama razı olunduğu için.) Ya gelecekte bilim sağduyumuza aykırı yönleri giderecek bulgular üretecek ya da “doğa böyle” deyip alışacak ve sezgilerimize, sağduyumuza aykırı ama matematiksel olarak tutarlı yeni gerçeklik anlayışlarımızla yola devam edeceğiz. Belki de bundan sonraki keşiflerde fizikçiler “Evreka!” coşkusu yerine Planck huzursuzluğu yaşayacaklar.
Dalga fonksiyonu ve dolanıklık da yeterince tuhaf kavramlar ama onları kabul etti herkes. Yani sorun doğanın tuhaf olması, sağduyuya aykırı olması değil sadece. Bir gün, Kopenhag Yorumu’nun kesinlikle geçerli tek yorum olduğu anlaşılırsa bu da kabullenilecektir ama bu kabullenişin anlamlı bir nedeni olacaktır; 100 yıl geçti diye değil, alıştık diye değil, mal hazırı bu diye de değil…
- Zamanında Paris Üniversitesi’nden Roland Omnes, kuram sağduyuya uymuyorsa, sağduyumuzu kurama uyduralım çabasına girmiş; “Ortak sağduyunun mantığı, defalarca doğrulanmış kuantal ilkelerden yola çıkarak bulunabilir ve anlaşılabilir.” Bu yaklaşım, “anlamak” kelimesinin gerçekten ters yüz edilmesidir.
Sağduyu esnetilebilir mi? Omnes’in önerdiği gibi kuantal temelli bir sağduyu inşa edebilir miyiz? Ne desek spekülasyon olur ama neden olmasın? İnsanlık tarihi boyunca sağduyumuz gelişip değişmedi mi? Büyüsel ve analojik düşüncelerle yaşayan ilk atalarımızla aynı mantığı kullanmadığımız aşikar.
- İşi abartıp, tek gerçek dalga fonksiyonudur, doğanın özü bizim makro dünyamız değil, kuantal dünyadır diyenler var ama şu an için genel kabul görmüş değil.
- Bilgi fiziğindeki gelişmelerden medet umanlar var. (Ben de dahil. Bilginin doğadaki yerini ve tanımını henüz net olarak bilmediğimizi düşünüyorum.)
- Kopenhag Yorumu yerine De Droglie- Bohm yorumu öne çıkacak diye düşünenler var.
- Alan Woods ve Ted Grant: Bohm’un kuantum fiziğini inceleyişi, Prigogine’in termodinamiğin ikinci ilkesine getirdiği yeni yorumu, büyük patlama kozmolojisine alternatif oluşturma çabaları, kaos ve karmaşıklık teorisi…: Bütün bunları bilimde yeni bir mayalanma olarak görüyorlar; Einstein’ın genel görelilik ve kuantum fiziğinin daha geniş tabanlı teorilerce ele alınması için zaman belki de yaklaşıyor, diyorlar.
Belli ki bir şeyleri yanlış yapıyoruz. “Açık/örtük varsayımlardan biri yanlış,” belki soruyu/problemi doğru koymuyoruz. Belki sağduyumuzu değiştirmemiz gerek (Omnes’ın yaklaşımı), belki henüz doğru noktayı görecek deneysel ipuçlarını yakalayamadık, belki de zamanın ruhu uygun değil, psikolojik olarak hazır değiliz. Belki tanımlarımız değişecek, belki sorunu ortaya koyuş biçiminiz (Planck’ın yaptığı gibi), belki yeni hesaplama yöntemleri edineceğiz (Newton gibi), belki yeni görme yöntemleri (vazo-profil algısı). Belki Heisenberg’in sözünü ettiği doğayı sorgulama yöntemimizi değiştireceğiz. Her halükarda insan aklının doğa ile matematik arasında sıkışıp kaldığı bu yerden çıkacağını düşünüyorum.
Son olarak, kuantum fiziği gibi alanım dışında bir konuda yazmak çok zorlu, aynı zamanda yıllardır ilk kez bu denli yoğun düşünmemin gerektiği, entelektüel hazlarla dolu bir süreç oldu. Kafa karışıklığıma aldırmadan sorularımı cevaplayan Sadi Turgut hocama çok teşekkürler…Yer yer muğlak ifadelere tutunarak ilerlediğim bu yolda hata yapmamış olamam ve tüm hatalar bana ait ancak konu net olsaydı böyle bir yazı da yazılmazdı.