N’nin anısına…
Elini kazara sobaya değmiş ve yanığı henüz iyileşmemiş bir çocuk gibiydi Peri. Çocuğun eli acıdıkça, yarası iyileşene kadar, nasıl öğrenirse ateşe dokunmaması gerektiğini; her öksürdüğünde, yatakta öbür yanına dönmeye çalıştığında, aldığı her derin nefeste sol tarafına saplanan keskin ağrıyla yarıda kesilen her solukta; Bulut’la ilgili güzel bir anı daha yerini bu ateşin bilgisine bırakarak Peri’nin hafızasını terk ediyordu.
Kendi evine döneli üç hafta olmuştu. Ayrıldıktan sonra günleri saymış değildi ancak ağrısı azalmak yerine şiddetlenince interneti karıştırmış, kaburgasında kırık ihtimali olduğunu fark edip zamanı takip etmişti.
Gömleğini giymek bile zorlu bir uğraşa döndüğünden, sık sık kesilen tatsız bir seremoniyle giyindi. Yürüyebileceğinden emin değildi. Sol elini gayri ihtiyari sol göğsünün altına siper ederek sokağa çıktı. Şişli Taksim arası en sevdiği yürüyüş yollarından biriydi. Kirli havası ya da bitmek bilmez gürültüsü bile bunu değiştirmiyordu. Orası, ülkenin geride kalmış son rahat yerlerindendi. Ermeni, Rum vb. farklı etnik kökenli, yaşlı ama her daim bakımlı, pek çoğu dimdik yürüyen, yüzleri iyiden iyiye kırışmış, yine de güzel görünen kadınların geçtiği -inanamayıp defalarca yakından incelemişti; evet, hem yaşlı hem de etkileyici derecede güzel olunabiliyordu- ara sokaklardan Halaskargazi’ye çıktı. Şişli’yi en çok elinde sigarayla dolaşan her yaştan kadınları olduğu için severdi. O çoktan bırakmıştı, eskiden de yürürken sigara içemezdi. Ama o kadınların, o özgürlüğün varlığı onu hep rahatlatırdı. Bir yolda yürürken manzarasını, temizliğini, kent mobilyalarının şıklığını, vitrinlerin cafcafını, eski binaların güzelliğini ve heybetini sevebilirsiniz. Ama Peri en çok sokakta sigara içen kadınlarını severdi bu semtin. Her saatte görebilirdiniz onları; sabah hızlıca işe giderken ya da akşamüzeri sakin sakin yürürken… Ona çocukluğundaki Türkiye’yi hatırlatırdı bu görüntü nedense. Ailelerin birbirine misafirliğe gittiği, ilişkilerde samimiliğin ön planda olduğu, kadınla erkeğin birbirine cinsiyetsiz de bakabildiği, toplumun çok da ayrışmadığı dönemleri… Ya da öyle günler hiç olmamıştı da Peri çocukluğundan mı öyle algılardı bilinmez.
Uzun süredir dışarı çıkmamış olmanın ve sığ nefeslere alışmak zorunda kalmanın verdiği yorgunlukla Taksim meydanına kadar geldi. Elini gövdesinin üzerinden hiç ayırmadan. Randevu saatinden önce varmamak için Beyoğlu’ndan geçip arka sokaklardan dolanarak gitmek daha akıllıca geldi. Özlemişti de. Kulağında ipod’undan çıkan seçilmiş müziklerle ne de güzeldi Beyoğlu. Üstelik aynı onun gibi kulaklığıyla dolaşan yüzlerce insan vardı, dinledikleri müziğin etkisiyle bambaşka bir atmosfer içinde gezinen. On binlerce insan bir geyik, lama ya da aslan sürüsü gibi yan yana yürüyordu, hepsinin içinden başka cümleler, başka düşünüşler akarak. Bilinç akışı gibi, tamamlanmamış cümleler, kesik fikirler; bazen bütünüyle sözsüz, görsel bir gramerle birbirine bağlanmış saf anlamlar; giderken birden durup farklı yöne kayan, sonra az ilerleyip başka bir keskin viraj yapan, kimi çabucak solan, kimi serpilip gelişen milyonlarca düşünce. Modern edebiyatın gözdesi “bilinç akışı” tekniğinin bu gerçekten kaynaklandığını öğrendiğinde ne de şaşırmıştı. Evet, kendi kendine düşünüş kesikliydi, daldan dalaydı, cümlelerin çoğu tamamlanmıyor ve çağrışım zincirleri tahmin edilemeyen yollardan ilerliyordu.
İşte Beyoğlu’nda on binlerce sesi, ısısı, kokusu birbirine karışan bu kalabalıkta her bir kişide başka bir bilinç akıyor, düşünüşün etkisi her birinin bedenine yansıyor ve farklı duygular yaşıyorlardı.
İstanbul’u ilk kez gören birinin hayranlık ve esrimesi; 14 yıldır bu civarda yaşayan, yüz görmekten yorgun, kalabalıktan iğrenen birinin İstiklal Caddesi’ni çarçabuk terk etme isteğinin yanından geçiyordu. Üstü başı dökülen, on beş on altı yaşlarında ama kötü beslenmekten serpilip gelişememiş, fizyolojik süreçleri teklediğinden ergenliğe bile girememiş, yarı aciz yarı tehlikeli bakışları olan çocuk-genç arası kişinin, ortalama birine göre en az bedeni kadar orantısız gelişen duyguları; ömründe bir gün bile başındaki çatının, altındaki yatağın gitme korkusunu duymamış, tek öğünü aksamamış, kirlendiğinde yıkanan, kıyafeti eskidiğinde yenisi alınan, aynı yaşlardaki bir başka gencin gürbüz bedeninin yanından geçiyordu. İki gün sonra istemeden kürtaj olacak öğrenci bir kızın duygularını ve bebeğini taşıyan bedeni, taze bir annenin yanından; konservatuar sınavını kazandığını az önce telefonda öğrenen birinin sevinci, 24. iş başvurusundan olumsuz sonuçla dönen birinin yanından; yeni aşık olmuş, sevgilisiyle el ele bir kadının neşe, enerji ve umut kimyasallarıyla sulanmış bedeni, Peri’nin yıpranmış ve kopmuş ilişkisinin acı kimyasına bulanan bedeninin yanından geçiyordu.
Nihayetinde bilincin halleri çok geniş bir yelpaze, dev bir kaleydeskop sonsuzluğundaydı olasılıklar. Ana renkler gibi belli başlı duyguların yanında bunların karışımıyla oluşan milyonlarca renk gibi milyonlarca duygu da vardı nüanslarda ayrılan. Bunların, Beyoğlu’na özgü bir karışımının arasında ilerlerken, kalabalığı yararak koşturan telaşlı bir adama çarptı. Bu hazırlıksız gelen darbe tam da ağrıyan bölgesine isabet etti. İstem dışı bir inlemeyle tepki verdi Peri. Tuhaf, biraz da utandırıcı bir sesle. Üç hafta önce yumruk yediğinde de şimdikinden daha güçlü, o yaşa kadar ne kimseden, ne de kendinden duyduğu garip, hayvani bir ses çıkmıştı ağzından. Gırtlağında yıllarca uyuyan, bir tehlike anında kendini salıveren bütünüyle vahşi bir ses. Bir ormanda duyulabilecek türden ancak kentin ortasında sadece şaşkınlık yaratan o böğürtüyle milyonlarca yıllık evrimi üzerinde taşıdığını hissetmişti. Böyle arkaik parçalar taşırken bedenimizde, ne kadar uysal, ne kadar evcil, ne kadar kentli sayılabilirdik ki? Yolunu daha fazla uzatmadan ara sokaklardan birine girdi. Elini sol tarafının üzerinden ayırmadan yavaş adımlarla Taksim İlk Yardım’a vardı. Röntgeninin çekilmesi için onu loş bir odaya aldılar. Giysilerini dikkatli hareketlerle çıkardı. Gösterilen büyük metal levhanın önünde hareketsiz dururken teknisyen:
-Bayan, kolyenizi de çıkarın, diye seslendi.
Kolye… Nasıl da unutmuştu çıkarmayı. Yani şimdi değil, üç haftadır nasıl unutmuştu. Arada banyo yapmış, defalarca aynaya bakmış, ama fark etmemişti o çok sevdiği, yılan şeklinde üzeri parlak taşlarla süslü kolyeyi. Taktığı günden beri Peri’nin bir uzantısı, parçası gibi olmuş, dikkatinden kaçmıştı belli ki. Elini ensesine götürdüğünde Bulut’un hediye ettiği gün geldi gözünün önüne. Sırtı teknisyene dönük, metal levhanın önünde, üşümekten tüylerinin ürperdiği o loş odada, sırada bekleyen onlarca hastaya, bir fabrika gibi seri çalışan röntgen odasına rağmen, kolyesini çıkarıp derin bir hüzünle iki adım ötede duran ceketinin cebine koyduğu o kısacık -ağrıdan yavaşlamış hareketlerinin birazcık uzattığı- sürede…
Yemeği hatırladı. Etraftakiler onlara göz ucuyla bakarken, birbirine geçmiş iki ruhun, saatlerce, ancak kalabalık bir masadan çıkabilecek kadar bol kahkahalarını… Bir zamanlar laf arasında öylesine tarif ettiği, isteyip de alamadığı o yılanlı kolyeyi Bulut bulmuş, bulması da ayrı bir hikaye; yürürken nedenini anlayamadığı bir güdüyle yolunu değiştirip Tünel’e yönelmiş, karşısında kapatmak üzere olan bir gümüşçü dükkanı, vitrininde de bu kolyeyi görünce, tereddütsüz, fiyatını bile sormadan almıştı. Böylesi mucizelerin yaşandığı o büyülü aşkta -ya da böylesi rastlantıların “tesadüf değil” diye yorumlandığı bir ruh haliydi aşk, ne fark eder- bir doruk anıydı o kolyenin verilişi.
İlk kez boynuna takarken peri bir süre ağzını açamamış, sözcükleri tıkayan, bildiği kelimelerin anlatmakta yetersiz kaldığı yepyeni bir duyguyla dolmuştu. O anın değiştirilemez güzelliğini duyumsuyordu. O sırada çalan Klasik Türk müziği şarkısını, eski bir öğretmenevinin bahçesindeki yaşlı ağaçların hışırtılarını, bardak seslerini, masaların altında dolaşan kedileri, Tanrı kendi elleriyle sabitlemiş gibiydi. Ne bir kötülük, ne dışarıdan bir güç, ne de geçmişten getirdikleri kendi korkuları dokunabilir, bozabilirdi bunu. O fotoğrafı tüm duygusuyla belleğinin derin dondurucusunda saklamak isteğini duymuştu. Ömründe bir zirve yaşadığının bilincindeydi ve yıllar sonra böyle bir an’ı acıklı bir biçimde aranabileceğini o günden sezmişti.
Ancak bellek, Orwellvari bir şeydi; geçmişi günün gereklerine göre yeniden uyarlar, yorumlar, düzenlerdi. Her anı, her hatırlandığında biraz daha değişirdi. Ve bir anı ancak hatırlanmadığı kadar aslına sadık kalabilirdi.
Kolyeyi cebine sıkıştırıp tekrar soğuk metal levhanın önüne geçti. Günlerdir omurgasını eğik tutuyordu. Teknisyen omzuna dokunup ona doğru şekli verirken bile aklını, o yaz akşamı yemeğinden alamadı. Teknisyen kurşunla kaplı bölmenin arkasına geçti ve “Derin bir nefes alın” diye seslendi. Deriiiin bir nefes aldı. Soluğunun sonuna doğru aniden saplanan ağrıyla bu güne döndü. Ağrıdan değil de, bu hızlı yolculuğun etkisiyle boncuk boncuk yaşlar döküldü gözünden göğsüne.
Doktor, röntgen filminde kaburga çatlağının yerini gösterdi Peri’ye. Birkaç ay şiddetli ağrıları olabileceğini söyledi.
Daha kötüsü, belleğin bir derin dondurucusu yoktu. Bu ağrı biraz daha sürdükçe o kutsal yaz akşamı da, hayatın devam etmesi adına bugünün gereklerine uyarlanacaktı. Onca çelişkiyi taşımazdı bellek, yük etmezdi kendine, budar geçerdi.
Yazı… Belki yazı, daha çok hatırlayıp daha fazla bozmadan sabit tutabilir. Ne dersiniz?
B. 2010/İstanbul