Dolmuş durağına doğru gidiyorlardı. Selva’nın eli çantasındaki büstün üzerinde, taşın kıvrımlarını hissederek ilerliyor, Sabri Bey, oksijen dolmuş ciğerleriyle hafiften uykusu gelmiş, geriniyordu. Güneş yakıcılığını kaybetmişti.
-Harbiye ziyaretimizin de sonuna geldik galiba ha?
“Ziyaret” sözcüğünü duyunca ayıktı Selva. Elini alnına vurdu.
-Sizi Şeyh Yusuf’a götürmedim! Çok meşhur bir ziyaret. Bütün Ortadoğu’dan gelirler onun için…
Buralarda türbelere “ziyaret” denirdi. Genelde Arap Alevilerin ibadet ettiği yerlerdi ama her kökenden insan gelirdi. Hasta olunca ziyarete gitmek olağandı. Bilhassa hastalık onulmaz bir durumdaysa, modern tıp çare bulamadıysa ziyaretin yolunu tutmak handiyse Allah’ın emriydi. Zamanında tıp adamı olan Şeyh Yusuf El Hekim civarda bulunan diğer ziyaretlerin aksine bir hastalık üzerine mütehassıs değildi.
Üç yüzden fazla ziyaret yeri bulunan Hatay’da, çocuğu olmayanlar, Şeyh Yahya veya Aslan Dede ziyaretine, romatizmal hastalığı olanlar Şıh Rih’e, yüz felci olanlar Şeyh Ahmet Kuseyri’ye, baş ağrısı olanlar ve bebeğinin ağzında yara çıkanlar Şıh Muhammed Delati’ye, kulak hastalığı olanlar Şeyh Ali Muğaviri ve Şeyh Ceddu’ya, öksürüğü olanlar Saka Hamamı içinde bulunan Şeyh Muhammed Sakka ziyaretine –evet hamamın içinde türbe var-, mide ağrısı çekenler Gafur Baba’ya, nefes darlığı, sinüziti olanlar Yedi Embiya’ya, cin çarpanlar ve konuşamayanlar Hasan Dede ziyaretine giderlerdi.
Şeyh Yusuf’sa her çeşit hastalık için başvurulan bir yerdi. Sakat ve felçlileri iyileştirdiği, gözü bozuk hastalara görme yetisi kazandırdığı, Akdenizlilerde sık görülen genetik bir hastalık olan orak hücre anemisi krizlerini azalttığı, ruh hastalarında, sara krizlerinde, şiddetli baş ağrısı ve migren sorunlarında çözüm sağladığı söylenirdi. Sağlığında olduğu kadar, şimdi de bulunduğu yerden yardım ediyordu. Şeyh Yusuf El Hekim, tıp ilminin çözümünde umarsız kaldığı sorunlarda devreye girer ve çare bulurdu. Ama ekseri bir cerrahi merkezi gibi işlerdi. Çünkü burası uykuya yatanların rüyasında Şeyh Yusuf tarafından hiçbir alet ve görüntüleme sistemi kullanılmadan, ameliyat edildiği, urlarının kesilip alındığı bir ziyaretti. Şeyh Yusuf, başka bir boyut ve bakıştan, sorunu görebiliyor ve genellikle elleriyle, en fazla bir bıçak kullanarak, başarılı ve acısız bir şekilde -üstelik hiçbir narkoz yöntemi kullanmadan- çözüyordu. Ameliyat izleriyle iyileşmiş halde uyananların hikayeleriyle büyümüştü Selva.
Şelalelere inen yolu tekrar geçip, kare şeklinde, beyaz badanalı, kubbeli, minaresiz, sade bir mimariye sahip binaya vardılar. Bahçesinde ağaçların yaprakları rüzgardan sürekli hışırdıyor, sakinleştirici bir uğultu duyuluyordu. Türbenin girişinde yanan bir mangaldan bahur dumanı yayılıyordu. Eline bir kupa, mangaldaki közden de bir parça alan, bahurunu yakıyor, türbenin kapısını öpüp, kadınsa örtüsünü düzeltip dumanlara sarılı halde içeri giriyor, dualar ediyor, içerdeki taşları ağrıyan yerlerine sürüyor, mutlak bir odaklanma ve inançla şifa aranıyordu. Biraz ilerde mutfakta adakların, kurbanların etleri pişiyor, gelenlere dağıtılıyordu. İyileşmek için orada uyumak gerektiğinden ücretsiz kalınan odalar vardı. Ağaçların altında, terasa benzer bir alanda yerde kilimler seriliydi. Sabri Bey, kilimlerden birine uzandı, Selva da karşısındakine. Salınan yaprakların arasından gökyüzü görünüyor, aldıkları nefeslerde yöresel bitkilerin rayihaları bahurun dumanına karışıyordu. Günnük ağacının reçinesi olan bahur, soludukça sakinlik ve iyilik hali veriyordu. Selva’nın alerji ve enfeksiyondan çoğu zaman tıkalı olan burnu açıldı, Sabri Bey’in ciğerleri rahatladı. Pek de matah olmayan, bu reçinemsi koku, kalbi sıkıştıran, iç daraltan şeyi bir el gibi çekip almış, ferahlık bırakmıştı. Önce konuşmaları, nefesleri, nabızları yavaşladı. Sonra göz kapakları ağırlaştı….
Aslında burası rivayete göre eski Yunan’dan kalan Asklepios tapınağının yani bir nevi ilkel bir hastanenin üzerine kurulmuştu. O zamanlar da insanlar buraya şifa bulmaya ya da haberci rüya görmeye gelir, tapınağın en kutsal yerinde uykuya yatarlardı. Yatarken iyileşmek için dualar eder, gördükleri rüyaları rahiplere, hekimlere anlatır, onlar da rüyaları yorumlar, tavsiyelerde bulunurlardı. Böyle iyileşen hastalar sonra teşekkür için sağlık tanrısı Asklepios’a, üzerinde iyileşen organlarının simgesi bulunan adaklar sunarlardı. İnsan, sadece burada değil, Sümerlerde, Eski Mısır’da, Roma’da, bazı Hıristiyan tarikatlarında, İslam’da Sufizm’de, Japonya, Orta Amerika, Kuzey Afrika, Avustralya, Borneo, Çin, Hindistan ve İran’da ve kim bilir daha nerelerde şifa ya da bir sorunun cevabını bulmak için yatıyordu tapınak uykusuna. Gelen her kişi, insanoğlunun en eski yanına, en eski davranışlarına uzanan bir yolculuk halindeydi.
Uyudular. Kısacık, dünyaya doğru bir kapıyı kapatır gibi. En umutsuz anlarda insanın içinden –neresinden bilinmez ama yerkabuğunun Lut Gölü gibi, en derin yerinden olsa gerek – çıkan o kadim, gizemli gücü çağırır gibi. Uyudular, öylesine bir iç geçmesi. Bir işaret yüzeye çıkacak kadar uyku, bir tehlikeye yem olmayacak kadar tetikte… Uyudular… Üç bin yıldır buraya gelip onulmaz dertlerine çare arayanlar gibi. Uyudular. Selvanın da Sabri Bey’in de aylar belki yıllardır almadığı kadar alarak uykuyu. Bir insanın en dinlendirici uykusu ömrünün neresinde olurdu? Uyudular, şelalenin sesi dip köşe yıkadı içlerini onlar uyurken. Sığınacak hiç bir limanı yoktu tanrı tanımayan ikisinin de… Uyudular ve sığındılar uykularına. Her biri birbirine benzese de herkesinki biricik olan, anne karnında birikmeye başlayan; kişinin gördüklerinden, duyduklarından, çaresizliklerinden, sevinçlerinden, aşklardan, terk edilmelerden, insana dair ne varsa onlar o yaşa gelene kadar, hepsinin tortusundan mamul – ve nice ilahın doğum yeri olan- bilinçdışına bıraktılar reçeteyi… İyileştiren, yol gösteren o kadim gizilgüce teslim oldular. Aklın ermediği o yerde, o saatte bir çare çıkar gelirdi elbet. Bir iyilik haliyle, bir düğüm çözülmüş gibi uyanıverirdi insan.
Selva, hiçbir canlının tanıdık biçimde olmadığı rüyalar gördü. İnsanlar vardı çeşit çeşit, bildiğimiz iki gözü, iki kulağı vs. olan ama onları daha önce yeryüzünde hiç görmemişti, ne etrafında, ne filmlerde… Hayvanlar vardı, memeliler, sürüngenler, kuşlar, onları da görmemişti, belgesellerde bile. Rüyada önemli olan ne gördüğünüz değil de, rüyaya hâkim olan duygudur ya, Selva rüya sırasında onların evrim içinde olduğunu hissediyordu. Tarih denen “puzzle”ın kayıp parçaları arasında dolaştığını… Hiç birimiz görmedik ama onlar ‘var’dılar.
Sabri Bey’se artık hangi ruh halinde daldıysa çok estetik rüyalar gördü. Portakal yığınlarının üzerinden kayıyor, sütten yapılmış olan bir denizde yüzüyor, Escher’in resimleri gibi imkânsız perspektifi olan sokaklardan geçiyordu. Sonunda kucağına bir bebek verilmişti, iki üç aylık falan. Başka bir ailenin bebeğiydi ama Sabri Bey’e çok güvendiklerinden bebeğin bir süreliğine onda kalması sorun değildi. Sağ omzuna yasladığı bebeğin sırtını okşuyordu. Rüyasına hâkim olan duygu bebeğin yoğunluğu idi. Yumuşaklığı, minikliği, kokusu… Bir işi bitirince bebeği vermesi gerekiyordu ama Sabri Bey rüyasında o işi ağırdan alıyordu omzunda durmasının yarattığı duyguyu kaybetmemek için.
O işi uzattıkça uzatırken uyanmaya başladı. Gözlerini açtığında Selva onu izliyordu. Karşısındakinin kim olduğunu fark ettiğinde bir gülümseme yayıldı yüzüne gözlerinden. Selva rüyasını anlattı heyecanla. Sonra durdu,
-İnsan, tarihin her tarafını bilebilir mi?
Adamcağız, uyanır uyanmaz duyduğu bu soruyla kafasını toplamaya çalışırken Selva çoktan cevabını bulmuştu;
-Boş verin, kim bilebilir ki?
Selva, uzun süredir bu kadar ilginç bir rüya görmemişti. Zaten İstanbul’da rüyalar da iç sesler de pek duyulmazdı. Evrim içinde kaybolan nesiller… “Neden olmasın?” diye mırıldandı. Şu ana kadar yaşamış olan canlı türlerinin sadece yüzde ikisi kalmıştı dünyada. Belki o yüzde doksan sekizdi gördükleri.
Uyandılar, bir kuyunun kapağını usulca kapatır gibi açtılar gözlerini. Kuyu ki, yanında Peri Hala’nın avlusundaki kuyu, çocuk kalır. Kuyu ki, içinde her birinin ömrünü aşan motifler, bir ayı yavrusunun annesine sokuluşundaki arkaik yumuşaklık; kuyu ki, dibine gittikçe daha da öncesine uzanan, bir yılanın kıvrıla kıvrıla kumda sürünüşündeki soğukluk; kuyu ki, ilk hücrenin milyonlarca yıl önce okyanustan bir örtü, bir zar ile kendini ayırıp hayatı başlattığı o güne dek, bugünkü insanı insan yapan her aşamadan tortular, fosiller barındıran… Uyandılar, bir bitkinin kuruyan dalları ayıklanmış, bir hastanın içinde büyüyen tümör kesilip alınmış, ikisi de kendilerinde onulmaz yaralar açanları ansızın bağışlamış, üzerlerine yapışıp kalmış korkular şelale sesiyle yıkanmış gibi…