Selva, İskenderun trenine bindiğinde eşzamanlı iki yolculuk birden yapıyordu. Aslında şöylesi daha doğru; yolculuk içinde yolculuk.
Erzin’e doğru etraf yemyeşildi, öyle bereketliydi ki topraklar, çomak soksan filizlenirdi. Bulduğu her delikten bitkilerin dans eder gibi bitiverdiği manzarayı seyre daldı. Başka iklimlerde el bebek gül bebek bakılan bitkiler bin bir nazla büyürken güneyde ağaçlar, neşeli, coşkulu, bahçenin demir parmaklığından, kayanın çatlağından, asfaltın kenarından fışkırırdı.
Çocukluğunda her nisan babasıyla portakal çiçeği kokularını duymak için bu yolu trenle giderlerdi. Narenciye bahçelerine yaklaştıklarında babasının ceketini çekiştirir, vagonun pencerelerini açtırırdı. Hızla giden aracın içine sağlı sollu dolan portakal çiçeği kokuları dakikalarca türbülans yapar, kilometrelerce uzanan bahçeler boyunca bazen yarım saat, bir saat baş döndüren taze çiçek kokuları arasında yol alırlardı.
Bazı rüyalar vardır, dönem dönem görürsünüz onları. Sıklığını bilemezsiniz, bazen yıllarca unutursunuz sonra hayatınızın bir dönüm noktasında ya da bir geçiş, değişim anınızda yine o rüya çıkar karşınıza, yaşınız kaç olursa olsun. Bir duyguyu, bir tepkiyi, bir problem çözme yöntemini belki… Kodladığınız bir simge bel-ki… Bu tren yolu, o portakal bahçelerini babasıyla geçişi… Selva da burayı en azından beş yılda bir görürdü. Her şey geçiciyken, her şey değişirken böyle sabit bir nirengi noktamız olması…
Daha bahçelere gelmeden tanıdık şeyler görmeye başladı. Bir lokanta adı, bir akü tabelası -hala o markanın varlığına şaşırdı- pembe iki katlı bir ev, tanıdık birkaç kaya biçimi… Neden bunlar kalmıştı aklında keşke bilebilseydi, neden hayatında hiçbir zaman kullanmadığı, arabası bile olmadığı halde bir akü markası? Erzin ile Dörtyol arasında, aniden görüş alanına giren uzun su kemerleri ve antik kentin yanından geçerken bir çocuk gibi şaşkın ve özlemle ünledi; İ-sos!
İsos, eski bir Pers kentiydi, bugüne kalan kısmına bakarak İsos Harabeleri diye anılıyordu. Selva içinse bu birkaç saniye içinde yanından geçip giden yıkıntılarda gördüğü şeye kesinlikle bir harabe denemezdi. Gördüğü, çocukluğunda, babasının trene bindikleri anda anlatmaya başladığı İsos’un öyküsüydü. Erzin’e varana kadar, orada tarihin en büyük savaşlarından biri olan, M.Ö. 333 yılında, Büyük İskender’in Pers imparatoru 3. Darius’u tarihe geçen bir stratejik hamleyle yendiği İsos Savaşı’nı dinliyor, babasına yaslanıp gür sesinden bir masal gibi anlatılan savaşı kafasında canlandırıyordu. Antik kentin yanından geçerken ise bir çocuğun zihninde şahlanan on binlerce askeriyle, mızrakları, miğferleri, zırhları, ve kalkanlarıyla kanlı canlı bir savaş, ve su kemerlerinin üzerinde coşkuyla çağıldayan gürül gürül taze sular görüyor, ovanın ortasında trenin mırıltısını bastıran zafer naraları duyuyordu. Neyse ki tren hiçbir zaman hayalini yıkacak kadar yavaşlamamıştı.
Hızla geçerken koltuğunda doğrulup geriye, bir çocukluk oyuncağına bakar gibi baktı. Az sonra da çiçeklerin kokusu duyulmaya başladı. Mevsimi geldiğinde portakal, mandalina, greyfurt, turunç, limon ve adını hatırlayamadığı bir turunçgil ile dolacak olan ağaçların beyaz taze kokulu çiçeklerinin karışımı vagonu dolduruyor hareket halindeki araçta kokular bir seyrelip bir yoğunlaşıyordu. Kokular arttığında arkasına iyice yaslanıp derin derin nefesler almaya başladı, havayı kuyruk sokumuna kadar çekip, kokuyla tetiklenen bir sarhoşluğa bırakıyordu kendini. Kısa sürede, kokuyu içinde en etkili biçimde dolaştırmanın yolunu içgüdüsel olarak bulmuş, önce kısa kesik kesik sonra derinleşen nefeslerle bir yudum şarabı ağzında dolaştırır gibi kokuyu içinde dolaştırıyordu. O adını hatırlayamadığı, tatlı limon diye bilinen meyvenin belleğinin derinliklerinden birazdan çıkıp geleceğini hissetti. Hani dilinizin ucuna gelir de bir türlü çıkaramazsınız ya, anımsayamama sıkıntısı içinde kelimenin ilk harfinin ne olduğu, fonetiği, ritmi nasıldı diye debelenirsiniz. Selva hiç uğraşmadı bu ipuçları için. Nedense emindi birazdan çıkıp gelivereceğinden. Bıraktı kendini, o aralıkta bekledi sakince, sözcük yolunu bulup gelecekti. Nitekim az sonra da denizin dibinden su yüzeyine sallana sallana çıkan bir nesne gibi geliverdi isim: lime.
Çünkü beyin kokuyu sadece hatırlamakla kalmaz, ona tepki verirdi. Değil bahçelerin içinden geçmek tek bir portakal çiçeği kokusu bile duysa Selva’nın hafıza ile ilgili sistemleri uyanacak, ona çağrışım ziyafeti çekecekti. Kokunun çağırdığı anılar canlıydı, hatırlayarak ulaştığımız anılarsa flu. Kokunun çağırdığı anılar geçmişteki ruh halini de beraberinde getiriyordu. O yüzden Proust ıhlamura batırdığı kekin kokusu üzerine sayfalarca yazabilmişti.
Sadece koku duyusu doğrudan beyin kabuğuna gidiyordu. Diğer duyularsa bağlantılar yapıyor, başka bilgilerle birlikte işleniyordu. Dünyayla en dolaysız ve üzerinde en az söz sahibi olduğumuz ilişki biçimiydi koku. Evrimsel olarak da en ilkel duyumuzdu. Eş seçiminde, düşmanı tanımada, hayatta kalmada önemliydi.
Koku duyusu yolları anıların depolanması ile ilgili bölgelerle doğrudan bağlantılı ama tuhaf bir şekilde dille ilgili bölgelerle irtibattan yoksundu. O yüzden kokuları tarif etmekte zorlanıyorduk. On bin kokuyu ayırt edebildiğimiz halde onlara ad veremiyor, onları üreten nesnelere göndermede bulunuyorduk. Çiçek kokusu, nane kokusu, kan kokusu gibi… On bin kokuya karşılık adı olan koku sayısının azlığı gerçekten şaşırtıcıydı.
Selva da bunu fark etmişti. Mademki kokuların adı yoktu, kendisi için önemi olan sahipsiz kokulara ad bulmaya karar verdi. İşe portakal bahçelerinin kokusuyla başladı; “gren tomakan.” Ne tam olarak greyfurt, ne de portakal demeye dilinin döndüğü günlerde greyfurt için kullandığı bir deyimdi bu. Herkesin gren tomakan’ı olabilirdi, uzun süredir görmediği, çocukluğuna dair bir yerden geçmek kafiydi.