Okutulan Siğilin İyileşmesi: Tarih Öncesi İnsana Yolculuk

Neredeyse hepimizin yaşadığı ya da duyduğu bir “okutulunca kaybolan siğil” öyküsü vardır. Sadece ülkemizde değil, dünyanın pek çok yerinde farklı kültürlerde var bazı ritüellerle iyileşen siğiller. Yıllardır derinizde duran, tedaviye dirençli siğil birkaç günde sihir gibi nasıl geçebilir? Yakından bakmaya değer bir mesele.

Öncelikle böyle bir olgu var mı? Emin miyiz? Ben olduğunu düşünenlerdenim. Yıllardır bu tür iyileşmelerini anlatan hastaların hepsinin yalan söyleyebileceği ya da yanılıyor olabileceği fikri bana uzak. Aslında okutulmayan siğil de iyileşir çünkü siğillerin %60 gibi bir kısmı iki yıl içinde kendiliğinden kaybolur. Ama anlatılan hikayeler birkaç gün ya da bir iki hafta içinde geçen siğiller üzerine.

Bilimde bir hipotezi sınamanın yolu bellidir. Aynı şekilde tıpta da bir tedavinin etkinliğini saptamanın kuralları nettir. Yeni bir ilaç keşfedildiğinde etkinliğini bilinen tedavilerle karşılaştırmak için “randomize, çift kör, plasebo kontrollü” deneyler yapılır. Türkçesi: Bir grup hastaya ilaç, bir grup hastaya da -aynı ilaç şeklinde- aktif madde taşımayan haplar verilir. Hasta aldığı hapın içinde ilaç etken maddesi var mı yok mu bilmiyorsa çalışmaya tek kör, o ilacı veren doktor da bilmiyorsa çift kör denir. Doktorun bile verilen şey ilaç mı değil mi bilmemesinin tedavinin etkinliğinde önemi vardır yani. Kime ne verileceğinin tombala oynar gibi rastgele belirlenmesine de randomize denir.

Okutulan siğilin iyileşmesi olgusunu bilimin sınanabilir somut arenasına çekmeyi denesek mi? Eldeki malzemeye bir bakalım:

“Siğili okutmak” başlığı altında yapılan ritüeller sadece dua okumayı içermiyor. Ülkemizde dua okumak bunun bir parçası ama tamamı değil. Dua olmayan yöntemlerle de geçiyor siğil. İşin püf noktası olarak “inanç” şart deniyor. Burada kastedilen dini inanç değildir, siğilin uygulanan yöntemle geçeceğine olan inançtır. (İnancın miktarını ölçemeyeceğimize göre deneklerin standardizasyonu mümkün değil.)

  • Ülkemizde ve dünyada bu iş için kullanılan materyal ve yöntemlere bakarsak deney düzeneğinin de standardizasyonu zor.

Ülkemizde:  Söğüt dalı (üzerine siğil sayısı kadar çentik atılıp toprağa gömülür), arpa tohumu, ciğer, tükenmez kalem (siğili yuvarlak içine almak için), tükürük, çam fidesi, çalı süpürgesi (siğilin üzerini süpürmek için), çalı süpürgesi üzerindeki tohumlar, pirinç, kavak yaprağı, kağıt, toprak, tuz (çalmak için), makas, bıçak (siğilin etrafında dolandırmak için), kibrit, iğde dalı, fındık, limon tuzu (ateşe atılacak), yumurta, buğday taneleri, dananın burnu (siğili sürmek için), soğan suyu, sarımsak, yorgan iğnesi (elmaya saplamak için), hastanın tırnakları (oyulmuş elmaya gömmek için), bazen dolunay bazen de hilal (gömülecek materyallerin zamanlaması için), dul kadın (evine tuz dökmek için), kaza geçirerek ölmüş birinin mezarı (toprağının siğilin üzerine serpilmesi için), kurban edilen hayvanın kanı (siğilli bölgeyi yıkamak için)…

Dünyadaki diğer ülke ve kültürlerde (İnternetten öylesine topladım, Amerika, Almanya, Sicilya, Litvanya, İngiltere, Çingeneler gibi heterojen bir  gruptan rastgele seçtiklerim): Bozuk para (siğili sembolik olarak satın almak için), çakıl taşları (yürürken sağ omuzdan arkaya fırlatılacak),  mısır taneleri (gömülecek), böğürtlen çubuğu (çentik atılıp gömülecek), çekirge (siğili ısıracak), yılanbalığı başı (kesilip siğile sürülüp gömülecek), patates, inek kemiği, bezelye (onunla başka bir bezelyeye dokunulup kağıda sarılıp gömülecek), eski bir mezar taşı girintisinde biriken yağmur suyu (siğile sürülecek), çalı gülü dikeni, sabun, canlı köstebek, aygır kuyruğu tüyü…

Bunların içinde ham incir sütünün, elma sirkesinin siğile sürülmesi gibi yöntemler olunca insan asitle siğil tedavisinin -ki biz de klinikte peeling’le ya da reçete ettiğimiz ilaçlarla bu etkiden faydalanırız- ya da soğan suyunda, sarımsakta antiviral maddeler olabileceğinin mantığını fark ediyor. Ya da temasla o bölgede yaratılan alerjinin bağışıklık yanıtını düzenleyebileceğini biliyoruz. Ama yukarıdaki çeşitliliğin her birinin böyle bir açıklaması olamıyor maalesef.

Tababet bir sanatsa, böyle bir mekanizmadan hekimlerin yararlanmaması olmaz: Siğile serum fizyolojik enjekte etmek, boyalı su sürmek, hastayı röntgen odasına alıp yüksek sesle çalışan havalandırmayı açmak gibi işlemler   –çok güçlü bir tedavi olduğu belirtilerek, “nefesini tut, başını çevir” gibi komutlarla-  geçmişte başarıyla uygulanmıştır. Günümüzde halen kullanıldığı durumlar olabilmekte ve yöntemlerimiz de güncellenmektedir. Bazen de hekimler “okutun geçer” diyor doğrudan. (Siğil için doktorun “okutun” demesi etik midir? Bu tartışmaya açık bir konudur ve pek çok disiplinden yorumlara ihtiyaç duyar.)

Şimdilerde, kriyoterapi, koterizasyon, çeşitli lokal ilaçlar gibi bilimsel çalışmaları yapılmış, “kanıta dayalı tıp” açısından emin olduğumuz, her gün onlarca hastaya başarılı bir şekilde uyguladığımız tedaviler varken bu eski yöntemlere pek sıra gelmediğini belirtmek gerek. Siğilleri tedavi edemiyor değiliz, sadece tedavi ettiğimiz milyonlarca hasta bunu olağan karşıladığından hikayesini şaşkınlıkla anlatmıyor.

“Niye açıklıyorsun, etkisi kaybolacak.” Diye düşünebilirsiniz. Öncelikle günümüzdeki yöntemlerden bahsetmedim. Açıkladığım hekim taktikleri internete düşmüş olanlar.  İkinci olarak bu etki bilinçdışı bir yolak da kullandığından inanmayıp dalga geçen, “hadi ordan” diyen ama siğili kaybolan pek çok kişiyi kendi ifadelerinden biliyoruz. Üçüncü olarak gayet güzel modern ve etkili tedavi yöntemlerimiz var, kimse tedavisiz kalmaz.  Son olarak ki bence ilginçtir, 16 yıllık cildiye pratiğimde gözlemim yıllar içinde okutmayla geçme oranının azaldığı yönündedir. Toplumun her kesiminde siğiller okutmaya “direnç kazanmış”gibi, okutularak geçen siğil oranı azalmaktadır. (Tekrar belirteyim, sadece gözlem.)

Konu hakkında yapılmış bir yayın var: Evren Hoşrik adlı psikologun plasebo kontrollü çalışması. Sonuçlar anlamlı değil, okutulan siğiller istatistiksel olarak anlamlı bir iyileşme göstermemiş. Eski bazı yayınlar var 1980-90’lardan kalma, hipnozla siğil tedavisinin olabileceği yönünde. (Yararlanabileceğimiz güvenilir kaynaklar sınırlı.)

  • Siğillerin telkine ve psikoterapiye, hipnoza yanıt verebildiğini dermatologlar yıllardır bilir. (Virüs kökenli bir hastalık olan siğillerin vücudun bağışıklık sisteminde güçlenme ile kaybolduğunu, bağışıklık zayıfladığında (kanser, aids, organ nakli, bazı ilaçların kullanımı vb. durumlarda) tüm bakteri, mantar ve virüs hastalıklarının arttığı gibi siğillerin de arttığını, daha yaygın, kalıcı ve tedaviye dirençli seyrettiğini gözlüyoruz. Telkin, virüse karşı bir bağışıklık cevabını başlatıyor. Bu mekanizmanın ve virüsle insan arası alengirli ilişkinin detaylarını ayrı bir yazıda anlatacağım.
  • Siğillerin çoğu birkaç haftadan iki yıla kadar bir süre içinde kendiliğinden, tedavisiz geçer. Özellikle çocuklarda bu daha belirgindir. (Siğil kendiliğinden mi geçti, okutarak mı her zaman soru işareti kalacak.)
  • Çift kör bir çalışma yapma imkanı yok; hasta bilmese de (tek kör), okuyan kişi okuyup okumadığını her zaman bilecek.

Yani bu deney zor. O halde elde ne varsa onunla ilerleyelim. Rotamız tarih öncesi insan, büyükbüyükbüyükbabamız.

GÖZÜME ÇARPANLAR

Yazıyı hazırlarken yüzlerce kişisel hikaye okudum. Çok zengin bir alan, akla hayale gelmeyecek malzemeler olsa da bizde ve diğer kültürlerde ortak olan detaylar var; arkana bakmadan yürümek,  belirli sayılarda okunan dualar, ya da tekrarlayan günlerde (örneğin her Çarşamba) yapılan hareketler, siğil sayısı kadar bir nesneyle özdeşlik kurarak (tahıl taneleri, ya da ağaç dalına atılan çentikler) nesneleri gömme, gömülme işleminden kimseye söz etmemek, siğili sembolik olarak zihinde organik bir nesneyle eşleştirmek  ve o nesne (ör: elma, ağaç dalı) çürüyene kadar siğilin geçeceği inancı, çalma eylemi (tuz çalmak, çalınmış bıçakla elma dalına çentik atmak, çalınmış etle siğili ovmak, bu arada çalma sırasında yakalanmamak önemli). Özetle, kimseye bahsetmemek, arkana bakmadan yürümek, bir şey çalmak, kimseye göstermeden gömmek gibi heyecanlı aktiviteler eşliğinde – bazen tekrarlanan dualar oluyor ama her zaman değil- siğiller bir nesne ya da süreçle ilişkilendiriliyor ve “şu şu olduğunda” (elma çürüdüğünde, kopardığım dal kuruduğunda, gömdüğüm mısır tanelerini biri bulduğunda, nehre attığım sabun eridiğinde vb. ) siğillerim de geçecek inancı yerleştiriliyor törenle. Buraya tekrar döneceğiz.

PSİKONÖROİMMUNOENDOKRİN SİSTEM

Evet, böyle uzun isimli disiplinlerarası bir dal var.  Ruhsal-sinirsel-bağışıklıksal-hormonal sistem olarak Türkçeleştirirsem daha iyi anlaşılır. Şarlatanlığa müsait bir konu olduğundan çok dikkatlice söz etmek istiyorum. (Yoksa Allah muhafaza çakralardan girer, şifalı ellerden çıkarız.) Psikolojik sistemimiz, bağışıklık sistemimiz, hormon sistemimiz ve nörolojik sistemimiz arasında bir ağ var. Bazı biyokimyasal moleküller aracılığıyla bu ağ anbean düzenlenir ve bu sistemler birbiriyle karşılıklı etkileşim halindedir. En klasik göstergesi, moraliniz bozukken bazı hastalıklara daha kolay yakalanmanız.  Bunun deriyi içeren halinin adı: NICE (nöroimmunokutanöendokrin sistem). Kutanöz = deri demek. Cilt, ruhun aynasıdır sözünün arkasında yatan, utanınca yüzümüzü kızartan, psikodermatoloji gibi bir alanın var olmasını sağlayan işte bu sistemdir.  Derideki biyomoleküller başlı başına bir dünyadır ve günümüzde bir araştırmacının tüm akademik hayatını tek bir molekül üzerinde çalışarak tamamlayacağı kadar detaylı bir alandır. Nitekim deri ve beyin-psikoloji arasındaki iki yönlü bağlantının moleküler mekanizmalarını açıklamak için her geçen gün yeni bilgiler açığa çıkıyor. Moleküler immunodermatolojide  keşif süreci devam ediyor.

Psikoloji ile beden birbirini bu ağ üzerinden etkiler. Kimi insan stres yaşadığında ülser olur, kimi kurdeşen, kimi bağırsak hastası olur, kimi sedef. Kimde hangi tür hastalığın çıkacağıyla ilgili “genetik yatkınlık hipotezi” adında bir hipotez var. Sedefe yatkınlığınız genetik olarak var diyelim. Hayatınız boyunca sedef hiç ortaya çıkmayabilir ya da ağır bir streste tetiklenip açığa çıkabilir.  Bir başkası stres yaşadığında ülser olur mesela, ülsere yatkındır genetiği çünkü.

Psikonöroimmunoendokrin sistem afaki bir sistem değildir, nöropeptitler, bağışıklık hücreleri, hormonlar gibi gerçekte var olan moleküller üzerinden gün gün açıklığa kavuşan doğamıza dair bir özelliği ifade eder. Sağlığa biyopsikososyal yaklaşım çerçevesinde geleceği parlak bir daldır. (Yine de bu konuyu mucizevi olarak görenler varsa, şaşırmak için uygun makamın/mahalin cilt değil, sözcüklerin beynin nöronal mimarisinde somut değişiklikler yarattığı sinir sistemi olduğunu hatırlatalım.)

Psikodermatolojide stresle hastalık arasındaki sürelerden bahsedilir: Kurdeşen, aşırı terleme gibi hastalıklarda stresten dakikalar sonra belirtiler başlayabilirken, aknede birkaç gün, sedefte birkaç haftayı bulabilmektedir. Okutulan siğillerin geçme süresi, bir iki günle 2-3 hafta arasında değişiyor. Bağışıklık sisteminin aktive olup virüsle başa çıkması için gereken süreye tekabül ediyor.

PLASEBO/NOSEBO

Kelime anlamı Latince “hoşnut edeceğim” olan plasebo, iyileşeceğine inanan birinin aktif ilaç/tedavi uygulanmadan iyileşme eğiliminin nedeni olan bir mekanizma, zihinle beden arasında cereyan ediyor.  Tahmin edeceğiniz gibi psikonöroimmunoendokrin sistem sayesinde gerçekleşir.

Çoğu kişi duymuşsa da tam olarak ne olduğu ya da neleri kapsadığı anlaşılmış görünmüyor. Plasebo etkisi bir haptan fazlasıdır. Tedaviyi etkileyen her tür yöntem ve madde plasebo etkiye dahildir. Tek bir plasebo cevabı  ya da etkisi yoktur, bir çok cevap vardır.  Farklı plasebolar farklı mekanizmaları kullanarak etkir. Dopaminerjik, cannabioid, opioid (ya da nosebo için kolesistokinin) yolakları gibi. Plasebo etki ile sözcükler, ritüeller, ikonlar beyinde biyokimyasal değişiklikler yapıyor. Plaseboyla tetiklenen hücresel ve biyokimyasal beyin değişiklikleri de ilaçla olanlara çok benziyor.

Hastaların sabit bir oranının –üçte biri kadar- plaseboya yanıt verceği düşünülür. Oysa yanıt hastalığa, kişiye, hastanın tedaviden beklentisine,  kliniğin havasına, tedavi yapan kişinin problem çözme ve hastayı yatıştırma yeteneğine, yaklaşımına, mimiklerine, tavrına, hastanın tedavi ediciye duyduğu güvene vb. birçok parametreye göre değişir. Doktor da etkili olacağına inanıyorsa verdiği şeyin (boş hap olsa da) etkisi artar. Yeni tedaviler eskilere göre, kapsüller tabletlere göre ve iğneler ağızdan alınan ilaçlara göre daha güçlü plasebo etki gösterirler. Çocukların plasebodan etkilenmeyeceği sanılır, oysa çocuklar düşünce ve zihin yapıları gereği erişkinden çok daha kolay cevap verirler. Plasebo tıpta dahili branşların bir enstrümanıdır daha çok. Cerrahi gerektiren durumlarda etkisi sınırlanır. Yara yeri iyileşmesini hızlandırır, operasyon sonrası ağrıyı azaltır belki ama bir apandisit ameliyatı yapamazsınız.

Peki nasıl etki eder?  Bugün için iki mekanizma biliyoruz: 1. Bilinçli beklentisel süreç  (ben iyileşeceğim inancı) 2. Bilinçsiz şartlanma

Terapotik ritueller olmadan plasebo etkinliği azalıyor. Telkin tek başına yeterli olabilir ama metaforla olduğunda etkinliği artar, ritüel eklenince daha da artar. Bu, siğiller için de geçerli.

İnanç önemli diyoruz ya, aslında bize de siğilinin geçeceği inancıyla geliyor hasta. Kriyoterapi ile siğili donduruyoruz bir de üstüne, bazı hastalarda neden hemen geçmiyor? Kalabalık polikliniklerde, hasta başına 3-5 dakikanın düştüğü bir ortamda, iş yükünden bitap düşmüş, önemli ve riskli hastalıkları atlamamak telaşı içinde siğilinizi yeterince önemseyemeyen bir hekimin plaseboyu tetiklemesini beklemeyin. Siğilinize ve size daha özel davranan ağır, telaşsız hareket eden mistik bir atmosferde karşılaştığınız kısık, yatıştırıcı –gizemli olmak kaydıyla otoriter ve buyurgan olanı da makbul- sesle konuşan hekim dışı biri daha kolay tetikleyebilir.

NOSEBO

“Zarar vereceğim” anlamına gelir. Bu fenomen bir ilaç test edilirken fark edilmiş.  Bu, ağrını artıracak diye şeker verirseniz hastanın ağrısı sahiden artar ya da nosebo ile kaşıntıyı tetikleyebilirsiniz. Günlük hayattaki en sık örneği;  pimpirikli hastaların, ilaç prospektüsünde yazan –ve aslında çok nadir görülen- yan etkileri belirgin şekilde yaşamalarıdır. Burada da mekanizma zarar göreceği yönündeki beklenti ve inanç üzerindendir. Nazar da bu kapsamda ele alınır. En uç örneği ise bez bebeklere iğne batırılan voodoo büyüsüdür. Öyle güçlü bir etkidir ki bu, kendisine voodoo büyüsü yapıldığına inanan birinde tetiklenen nosebo etkisi onu ölüme bile götürebilir.  Haiti kültüründe bu şekilde temelde fizyolojik bir nedene bağlı olmayan ölümler görülmektedir. Ama büyü yapılan kişi bilmiyorsa voodoo yapıldığını ya da büyünün bozulabileceğine inanıyorsa bir şeycik olmaz. Yani bedende olan reaksiyonları ortaya çıkaran şey ne bebekler, ne ona batırılan iğneler, ne de büyü sözleridir; kişinin kendi zihnidir.

Psikonöroimmunoendokrin sistem, plasebo ve nosebo etki ;  üzerinde pek çok sektörün oturduğu bir ekmek teknesidir. Şifacılar, astrologlar vb. buradan karnını doyurur, evlerine,  çoluk çocuklarına ekmek götürürler. Sermaye istemez, eğitim gerektirmez, malpraktis nedeniyle hukuk sistemini meşgul etmez (yapılan şeylerin bir standardı olmadığından “şunu yanlış yaptın” diyecek bir durum oluşamaz), masrafsız bir şekilde istihdam sağlanır, ülke ekonomisine katkıda bulunurlar (!)

BÜYÜSEL DÜŞÜNCE

Geldik en can alıcı yere. İçimizde böyle bir iyileşme mekanizması var ve bunun köklerini arıyoruz. Uzun bir zaman yolculuğu yapacağız, çoook uzun. Son yüzyıl değil, son binyıl değil, Antik Dönem bile değil, tarih öncesi insana uzanacağız. İnsanlığın ilk sözcüğünü söyleyen kişi kimdi, ne demişti bilinmez ama bildiğimiz, konuşma ve dil ortaya çıktığında tarih öncesi insanlar bugünkü gibi neden sonuç ilişkileri kurarak düşünmüyor ve konuşmuyordu. Benzerliklerle düşünme alışkanlıkları vardı. Bu, ilkel bir düşünme biçimidir; düşünceye, söylenen söze, yazılan yazıya doğaüstü, büyüsel güç yüklenir. O zamanları tahayyül etmek zor olsa da dilin, sesli sözcüklerin iletişimdeki gücünü ilk kez görenlere büyülü gelmesi de anlaşılır bir durum. Jung, insanların “açıklanamaz” olaylara tanık olduğunda o olayın kişiler üzerinde büyülü bir etkisi olduğuna dikkat çekmiştir.

Benzerliklerle düşünme ile neyi kastediyoruz? Örneğin: Mars, kırmızımsı bir gezegen o halde kan, savaş, kitlesel katliamlarla ilişkilidir(Astrolojinin doğuşu.)Ya da sakatat okuma; karaciğere bakıp insanların geleceğini görmek; karaciğerdeki lekeler, biçimler vs. ile dış dünya arasında bağlantı kurmak. Bu düşünüş şekli sadece sakatatlara değil, her şeye uyarlanabilir, her şey her şeyle ilişkilendirilebilir. “Benzerlikler yasası” ya da “denk gelme ilkesi”  adı verilen bu olguda belirsizlik kaygısı, korku, plasebo, nosebo, hezeyan, halüsinasyon gibi insan zihninin çeşitli özellikleri rol alır.

“Denklik ilkesi/Benzerlikler yasası” insanoğlunun dili kullanmasıyla yaşama geçmiştir ve tüm büyü çeşitlerinin temel varsayımıdır.  İlkel insanın benzerliklerle düşünme alışkanlıkları günümüz insanına da çekici gelir çünkü sezgisel olarak doğru görünür. Üstelik bilinçdışına uzanır ki bu yüzden bilinçsiz olarak da güdülenebiliyoruz.

Büyüsel düşünce, şimdi yerini mantığa, bilimsel düşünceye, tutarlı neden-sonuç ilişkilerine bırakmış olsa da, 2018’in Mart ayında bile görebiliyoruz izlerini: Çocuklarda vardır büyüsel düşünce; düşünce, kelime, hareketlerin özel bir gücü olduğuna inanırlar. Bilinen neden sonuç ilişkilerinin dışındadır, bir çocuğun ölen kedisinin ardından “Kabına her gün su koyarsam kedicik geri gelir.” düşüncesi gibi.

Bazı psikiyatri hastalarında da vardır. “Çizgilere basarak yürürsem başıma kötü bir şey gelecek.” gibi takıntılı bir düşünce de büyüseldir ve obsesif hastalara özgüdür.

Büyüsel düşünce yaşla birlikte azalır ama tamamen kaybolmaz; sağlıklı erişkinlerde de, bilimsel, mantıklı düşünceyle bir arada olarak bulunur ve özellikle stresli anlarda, belirsizlik, tehlike algılanan zamanlarda açığa çıkar. Gayet rasyonel biri olmama rağmen üniversitede ne zaman sınavlar yaklaşsa aklına gelen her kötü şeyde tahtaya vuran bir Özlem çıkardı içimden. Bazı sayıların uğuruna/uğursuzluğuna inanmak da büyüsel düşüncedir.

Çocukta da erişkinde de büyüsel düşüncenin ve eşlik eden ritüellerin bir fonksiyonu var; belirsizlik durumundaki kaygının, korkunun azaltılmasını sağlıyor, stres anında durum üzerinde kontrol hissi/inancı sağlıyor. Amaç, belirsizliği azaltmak. İnsanoğlu hiçbir şeyden korkmaz belirsizlikten korktuğu kadar.

Kültürün bir parçası olarak ilkel insanlarda “büyü” geleneği de gelişti. Şimdi bize saçma görünen büyü, bir zamanlar kültürün olağan bir bileşeniydi.  Büyünün etki etmesi için törene ihtiyaç vardı. Törensiz büyünün anlamı yoktur ve büyü daima tören ister. Peki neden; tören, kafada canlandırmaya  (örneğin bir av sahnesini) yarıyordu. Kafada canlandırma (sözden, dilden çok önceye, görüntülerle, ikonik düşünüşün olduğu döneme kadar geldik) ikonlarla düşünme, hipnoz altındaki insanda da görülür, rüyalarda da.  Bilincin baskın etkisinin dağıldığı bilinçdışının kendini gösterdiği anlardır bunlar.

İnsanın zihniyle bedeni arasındaki ilişki o kadar güçlü ki atalarımızın kandırma yöntemiyle uyguladığı büyüler günümüzde de işlerliğini sürdürüyor. Hatırlayın, siğil sayısı kadar buğday tanesi, siğil sayısı kadar atılan çentik; kafada canlandırmaya, özdeşlik ve paralellik kurmaya(benzerlikler yasası) yarar. Buğday çürüyene, dal kuruyana kadar siğilim geçecek inancı ile plasebo tetiklenir. Arkana bakmadan yürümek, bir şey çalmak, kimseye göstermeden gömmek gibi eylemler yapay bir stres algısı yaratır, belli sayılarda belli kurallarla yapılan eylemler bilinçli dikkati ortadan kaldırıp eyleme yöneltir ve o sırada yapılan telkin bilinç ve mantık bariyerlerine çarpmadan bilinçdışına rahatça ulaşabilir. Tüm büyülerde, astroloji seanslarında, kişisel gelişim merkezlerinin pek çoğunda, şifacılarda bilinçli kontrolün ufak tefek numaralarla gevşetildiği bu aralık kapıdan girilir. Seans/ritüel  boyunca tetikte ve sürekli sorgulama halinde bir kişinin ne horoskopu tutar, ne bir derdi geçer, ne de tuzlardan taşlardan şifa bulabilir. Plaseboda da önemlidir ama modern tıpla şarlatanlığın bir farkı vardır. Bir psikoterapi seansında plasebo etki odada dolaşsa da psikiyatrist size asla “o işten istifa et”, “o kişiden ayrıl” gibi tavsiyeler vermez. Ama bir astrolog bunu rahatlıkla yapar ve sonuçları ölçülemediği için de “her işte bir hayır var” mantığıyla verdiğiniz yanlış kararlarla barış içinde yaşayabilirsiniz.

“Siğillerin okutularak geçmesi” genel bir tabir olduğundan bu şekilde söz ettim ama bu, dua okunmasının şart olduğu bir olgu değil. Dua, kültürümüzün bir parçası olduğundan kökleri çok daha eskiye dayanan bu olgunun üzerine eklenmiş zamanla. Yazı boyunca kast ettiğim “siğillerin dua okutularak geçmesi değil” “geçeceğine inanınca geçmesi” idi. Bu bile yeterli bir tanımlama değil, çünkü inanmıyorum diyerek, dalga geçerek ritüellere hatır için katlanan ve bilinçdışı bir yol ile siğili geçen çok insan da var.

Bu uzun yazıyı beni konu hakkında yazmaya motive eden cümlelerle bitirmek istiyorum. Alıntıladıklarım, bu yöntemle siğili geçen kişilerin tepkileri:

“Hala hayret ediyorum böyle bi şeyin nasıl mümkün olduğuna.”

“Şu hayatta anlam veremediğim az şeyden biri.”

“Bazı şeylere sadece kendi başınıza geldiğinde inanıyorsunuz, okutulan siğil de böyle.”

“Çok garip bir deneyimdi”

“Ana bi baktık gitti. Hiçbir şey yok. Vallahi lan… Bunu kimse açıklayamaz abi bana. Kusura bakmayın yani.”

“Ben de duyduğumda gülüp, dalga geçmiştim. Ama doğru, benimkini de geçirdi.”

“Bizzat tecrübe ettiğim açıklanamaz olay. Yaşadığım ya da tanık olduğum tek doğaüstü eylem sanırım, resmen büyü.”

“Normalde de hiç inanmam böyle şeylere… Yaklaşık 10 gün içinde elimde siğil falan kalmadı.”

“İster inanın, ister inanmayın. Yaşadığım paranormal olaylardan sayılır.”

“Nasıl oldu hala bilmiyorum ama adam iki gün sonra sevinçle parmağını gösterdi.”

“2 – 3 gün içerisinde nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde siğiller yok oldu. Bunun açıklamasını yapabilen varsa beri gelsin”

“Son sınıf tıp öğrencisi olarak yanlışlığını ispatlayamadığım olay. Aynı durum benim de başıma geldi çünkü.”

“Ben de ‘he he’ diyip geçiştirmiştim ve cidden kaybolup gitti hepsi.”

“Başıma gelmese inanmayacağım olay.”

“Çok saçma ama böyle bişi var malesef. Bu benim başıma geldi.”

“Psikolojik olduğunu düşünmüyorum. Bunları şimdi böyle anlatıyorum da o zaman ne yaptığımızın farkında bile değildim.”

“Kesinlikle mantıklı bir açıklaması yok.”

“Geçti lan. Hakikaten geçti. Ben o işlemleri yaparken, o kadar dalga geçtim, ‘ulan düştüğüm duruma bak’ dedim ama teyze ne yaptıysa siğili yok etti. İnsan gerçekten hayret ediyor.”

“Buna pek ihtimal vermeyen ben 3 gün sonunda gözlerime inanamadım, hepsi teker teker düştü.”

“İnanması güç bir şekilde 10 veya 15 gün içerisinde tüm siğillerim kendiliğinden yok oldu. Hala akıl sır erdiremem.”

“Okumayla siğil düşer mi lan, muhabbetleri dönerken… Aylardır parmağımda duran siğil, 2-3 güne kalmadan kuruyup düştü ya la!”