Genel geçer olanın ötesinde başka bir güzellik elbette mümkündür. Ruhu içimize işleyen, etkisinde kaldığımız ama standart kriterlere göre güzel sayılamayacak kişilerle karşılaşırız. Ya da tersine, uzaktan girdabına kapıldığımız biri on dakika konuştuktan sonra bizim için sıradanlaşır.
KENDİN OLMAK
“Kendisi olan insan sağlıklıdır” diye bir söz okumuştum. Bence güzeldir de… Yıllarca Lancome’un yüzü olan Isabella Rossellini: “Güzelliğin erişilemez standartlarıyla ilgilenmiyorum. Ben, kadınlar neye sahipse onunla çalışmaya teşvik ediyorum. Sahip olmadıkları ama olmayı diledikleri şeylerle değil” demiş.
Diğer örnek Audrey Hepburn. İkisi de güzelliği tartışılmayan, estetik zekası ve zarafeti olan kadınlar. Bir kadın ne zaman ışıldar, ne zaman çekici görünür defalarca geri bildirim aldıkları meslekleri yaptılar.
Audrey Hepburn: “Güzellik, kendinizin mümkün olan en iyi versiyonudur” der ki kendisi sinema dünyasına adım attığı dönemde kıvrımlı ve kadınsı hatlar popülerdi. Film yapımcıları seksapaliteyi ön planda tutuyordu; o ise zayıf, uzun, tahta göğüslü bir kızdı. Diğer aktrislerin aksine olduğundan farklı kıvrımlar yaratmak için hiçbir çabaya girmedi. Başkasına benzemeye, değişmeye çalışmadı. Halinden memnundu, kendisini değiştirmeye çalışanlara karşı kesin tavır aldı: “Değişmek neden, herkesin kendi tarzı var, onu bulup sıkı sıkıya tutunmak gerek” diyordu kendinden emin bir şekilde. Kimse de onu değiştiremedi. Bu dik başlılığı bazen zorluklara yol açsa da o, döneminde ve sonrasında pek çok kişiye ilham kaynağı oldu.
DOĞASINI REDDETMEYEN KADIN
Çok sevdiğim bir kitap var, Kurtlarla Koşan Kadınlar: Clarissa P. Estes adlı psikologun kadının içgüdüsel doğası üzerine 20 yılda yazdığı bir başucu kitabı. Yabanıl, prototip, vahşi bir kadını anlatır; kültürden, çağlardan bağımsız olarak her yerde, her devirde, her politikada aynı şekilde var olan bu vahşi kadını “kadının sağlığı” olarak tanımlar. Kendi zamanına, kendi hayat temposuna, ilgilerine, gelişme heveslerine, yaratıcılığına, harekete geçme, dans etme ya da dinlenme ihtiyacına sahip çıkabilen bir kadındır bu. (Vahşi derken doğasına yabancılaşmamış kadından söz ediliyor; vamp kadın, seksi kadın değil.) Kurtların doğada yaşama şeklinden öğrendiklerini bu kadın prototipine uyarlıyor. Kitaptan alıntılar:
“Vahşi doğa, bir kadının belli bir renge, belli bir eğitime, belli bir hayat tarzına ya da ekonomik sınıfa sahip olmasını şart koşmaz.
…Çok farklı güzellik türleriyle dolu olan bir dünyadan daha çok zevk almak, hayattan zevk almaktır. Tüm kadınların buna hakkı vardır. Sadece bir tür güzelliği desteklemek, bir biçimde doğayı yeterince gözlemlememektir. Tek bir ötücü kuş türü, tek bir çam ağacı türü, tek bir kurt türü olamaz. Bir tür bebek, bir tür adam, bir tür kadın olamaz. Bir tür göğüs, bir tür bel, bir tür ten olamaz.
…Tek bir güzellik ve davranış idealine uyan huy, tavır ve çerçevelere sokulmaya çalışılan kadınlar, hem beden hem de ruh açısından tutsak düşer ve bir daha özgürleşemezler… Güzelliği, günün modasına uymadığı için çirkin ya da kabul edilemez olarak değerlendirmek, vahşi doğaya ait olan doğal neşeyi derinden yaralar.
…Kurtlar, olmadıkları şeyi olmaya çalışmazlar. Ne, kim ve nasıl olduklarına göre yaşarlar. Hepsinin kendi beden yapıları ve güçleri, kendi güzellikleri vardır. Yaşlı kurtlar, genç kurtlar, sıskalar, şişkolar, kuyruğu kesikler, kırılan bacakları çarpık bir şekilde iyileşenler.
…Kadınların, tini yaralayan ve vahşi ruhla ilişkiyi koparan psikolojik ve fiziksel standartları reddetmek için haklı nedenleri vardır. Kadınların içgüdüsel doğasının bedene ve ruha herhangi bir görünüş ölçüsüne göre değil, canlı, duyarlı ve dayanıklı olma yeteneğinden dolayı değer verdiği açıktır. Böylece, kültürün herhangi bir katmanı tarafından güzel olarak değerlendirilen kişiler ya da şeyler göz ardı edilmez, aksine bütün güzellik, şekil ve işlev biçimlerini kucaklayan daha büyük bir daire çizilir.
…Kültürümüzün, bedeni sadece heykel gibi gören anlayışı yanlıştır. Beden, mermer değildir. Onun yapılma amacı bu değildir. Onun amacı içindeki tini ve ruhu korumak, taşımak, desteklemek ve ateşlemektir, bellek için bir depo olmaktır, bizi en üstün psişik besin olan duygularla doldurmaktır.
…Ruh güzelliği kadın, ancak kendisi olmayı başardığı zaman ışıldar.”
Bırakın herkes -kendine has -doğası neyse o olsun diyor özetle. Doğasıyla bağlarını koparmamış ya da bir şekilde koptuysa onarmış kadınlar gözümüzü alır. Özgürlüğünü hisseden, yaratıcılığını kullanabilen, kendini gerçekleştirebilen kadınlar da öyle. Bir “ahenk” duygusu gelir üstlerine ki hepimiz bir dönem hissetmişizdir, o duyguyu tanırız. Kitapta bu, İspanyolca bir kavramla anlatılmış. El duende: Bir kişinin yürüyüş tarzı, sesinin tonu, hatta küçük parmağını kaldırma şekli dahil, eylemlerinin ve yaratıcı yanının arkasındaki kuvvettir. El duende bulunuyorsa, insan, dansın, müziğin, sözcüklerin, sanatın altındakini görür, duyar, okur, hisseder; orada olduğunu bilir. El duende orada olmadığı zaman, olmadığını da bilir.
Kadınların/erkeklerin olmadıkları bir şeyi olmaya çalışmakla enerji kaybetmesi her bir insanın yapabileceklerinden, olabileceklerinden, tüm potansiyelinden çalmaktan başka bir işe yaramıyor. Oysa her birimizin ruhsal ve bedensel bir keşif yolculuğu ile el duende’yi ve ona –her biri kişiye özgü olan- hangi yollardan gideceğimizi bulmamız işten bile değil.
İÇ GÜZELLİK
Bunun açıklanabilir bir tarafı var, yüz oranlarından, fiziksel güzellikten ayrı bir güzellik biçimi. Var olan yüz/beden anatomisinin üzerine eklenir. Yüzümüzde onlarca mimik kası ile yaklaşık 9000 ifade oluşturabiliyoruz. Özellikle ağız kenarında birbirine karışmış kaslarla oluşan ifadeler başlı başına bir zenginlik içerir. Şefkat, özgüven, kibir, haset, keder, sevinç, hırs, esrime, kin, huzur, kaygı… Aklımıza gelebilecek bütün duygular tüm nüansları ile yüzümüzde belli bir ifadeyi kodluyor. Bazı ifadeler tekrarlana tekrarlana yüz çizgilerini kalıcı hale getiriyor. Görsel sanatlarla iç içe olmak, insanı değiştirme etkisi olan iyi kitaplar okumak, ifadelerin ustalıkla aktarıldığı filmler izlemek, zarif, doygun ve görmüş geçirmiş kişilerle iletişim halinde olmak gibi “iç”imizi besleyen aktiviteler de bu tür güzelliğe katkıda bulunur. O nedenle mutlu kadın güzeldir, özgüven çekicidir, o nedenle “içinin kötülüğü dışına vurmuş” deriz bazı insanlara. İnsanın dışına vuran iç güzelliğe dair duyduğum en güzel sözler yine Audrey Hepburn’den; “Çekici dudaklara sahip olmak istiyorsanız dudağınızda hep tatlı sözler olsun. Güzel gözleriniz olsun istiyorsanız insanlardaki güzellikleri arayıp bulun. İnce bir fiziğe sahip olmak istiyorsanız yemeğinizi yoksul ve açlarla paylaşın. Harika saçlara sahip olmak istiyorsanız, bir çocuğun günde en az bir kere saçınızı okşamasına izin verin.”
Audrey Hepburn’ün zorlu bir çocukluğu olmuş: 5 yaşında çok sevdiği baleye başlar, çocukken ülkesi Nazi işgaline uğrar, direnişe katılır, ergenliğinde -2. Dünya Savaşı sırasında- açlık ve kıtlığı yaşar. Savaş boyunca elinden geldiği kadar bale çalışır ancak yeterli beslenemediği için hastalanır, vücudu gücünü kaybeder ve balede profesyonel olma hayalleri suya düşer.
Bu arada sinemada yolu açılır. Fransız tasarımcı Givenchy hem kişisel stilisti olur hem hayat boyu dostlukları sayesinde moda ikonu haline gelir. (İnsanın tasarımcı, estetikten anlayan bir arkadaşı olması büyük şans çünkü Audrey’nin dediği gibi; zamanla kaybolmayan tek güzellik zarafettir.) Kıyafetlerini “az çoktur” mottosuna göre seçer ve “Audrey look” denen zamansız, sade bir stil akımını doğurur.
Audrey, savaş zamanında onun gibi binlerce çocuğu unutmayan UNICEF’e olan borcunu ödemek adına son nefesine kadar çalışır. 62 yaşında apandisit kanseri olduğunu öğrendikten sonra bile Afrika’nın birçok bölgesine UNICEF ziyaretlerine gitmeye devam etmiştir.
Audrey Hepburn üzerinden yazdım çünkü döneminin güzellik kriterlerine boyun eğmeyen; kendi ile barışıklığın, zarafetin, cesaretin ve yardımseverliğin bir arada olduğu eşine az rastlanır özgün bir güzelliğe sahipti.