Selva, Habib-i Neccar’ın karşısından eski Antakya’ya, gizemli evlerin, çocukluk anılarının olduğu dehlize daldı. Sokaklar küçük geliyordu adımlarına oysa çocukken ne de uzar, yorardı. Kentin rüzgârını dolaştırıp, güneşin yakıcılığını azaltan, yaz kış esen sokaklar daracıktı. İki, taş çatlasın üç metreye varan, labirent gibi, pek çoğu sonunda çıkmazla biten, ortasında yağmur sularının akması için on beş yirmi santimlik oluklar olan… Akşamüzerleri bazen korkar, koşarak geçerdi, bir de kurban bayramlarında korkardı. Evlerin avlusundan çıkıp oluklarda birleşen kıpkırmızı sular akar, kan kokardı. Şimdi sakin, özlemle, anımsamayla, kendiliğinden ilerliyor, ayağının altında oluğa doğru iki yandan alçalan yolun eğimini, yanlardan üstüne gelecekmiş gibi duran penceresiz -mimarların “sağır” tabir ettiği- duvarların dönemeçlerini, engebelerini tanıyan bir şey var içinde. Bedeninin yıllar önce geçe geçe alıştığı…
Bir yabancı girse bu sokağa, içinden nerelere varıldığını aklından geçiremezdi. Masalların kapıları gibiydi Antakya evlerinin kapıları. Her birinden ayrı bir dünyaya açılırdınız. Eskiden, Selva’nın babası çocukken, sabah namazından yatsıya kadar açık durur, kimse de kimseyi rahatsız etmezdi. Eve en son gelen, kapıyı kapatırdı ama o zaman bile kilitlenmezdi.
Çıkmazın başına geldiğinde ayakları, eski bir alışkanlıkla taş çıkıntısını atladı ki, kendi bile buna şaşırarak geri dönüp baktı. Ailesinden kalan tek kişiydi Peri Hala, herkes onu teker teker terk etmişti. Her kayıpta kökleri kurudu, aynaya baktığında benzediği insanlar birer birer yok oldu. Peri Hala’nın çocukları yurt dışına gitmişti, pek de ısınamadığı halde altmış yılını yan yana geçirdiği kocasından ölene kadar ayrılmamış, şimdi ömrünü geçirdiği çıkmazda babadan kalan koca avlulu evde tek başına yaşıyordu.
Yeşile boyanmış, taş kemerli dış kapıyı gördü, açıktı. Madeni levhalarla kaplıydı, iri başlı çivilerle sağlamlaştırılmış, ayağına taştan bir ağırlık konmuştu. Küre tutan bir el şeklinde, dökme demirden yapılmış şakşağa uzandı, kendine çekti, tereddüt etti; sürpriz yapmayı tercih edip yavaşça bıraktı. Kemerin altından girip daracık, uzun loş bir geçitten sonra kapalı duran iç kapıyı ittirdi. Çocukken bütün gücünü alan bu işlem için fazlaca abanınca kapı birden açıldı: Ağaçlar, çiçekler, ortada zamanı hafifleterek şırıldayan mermer havuz, su kuyusu, koşturan kedileri, dolaşıp duran kaplumbağaları, kuşlarıyla kocaman bir avlu. İki bin yıldır aynıydı; geniş, yeşil bir avlu etrafında yerleşmiş odalar, dışarıyla ilişkisi olmayan ama her daim gökyüzüyle, havayla temas halinde, içe dönük, mahremiyet sığınakları. Havuş denirdi avluya; başka bir şeydi, balkon değil, teras değil, veranda değil, bahçe değil… Gök gürler yağmur yağardı havuşa, güneş dolardı. Bulutlar, yıldırımlar görünür, mevsimler değişir, günle gece döner, kuşlar konup kalkardı. Penceresiz yüksek duvarlarla çevrili, dışarıdaki dünyadan kesip koparılmış müstakil bir mekan, dışarıda akan zamandan kesip alınmış müstakil bir zamanı vardı buranın. Orada oturup dinlendikçe daha da yavaşlayan değişik bir zamandı. Yapraklar hışırdar, kediler oynaşır, havuzun suları mırıldar, gölgeler kayar, sohbetler akar, iri taşlardan serinlik yayılır, mutlaka geçmiş anılıp bugüne davet edilir, uyuşan ayaklar değiştirilir, bunca devinime rağmen yine de zaman durmuş sanırdınız, öyle yalıtık bir yerdi havuş.
Yavaşça adımlamaya başladı, nem kokusu vardı, iri kesme beyaz taşların arasında yeşil yosundan şeritler oluşmuştu, mutfaktan Antakya’ya özgü malzemelerin karışımından oluşan bir koku geliyordu, manzaranın ortasında kuyuyu fark etti; bir gün temizlemek istedilerdi de dört kamyon dolusu şey çıkmıştı içinden. Şey, yani; yasak kitaplar, evraklar, silah, annesiyle babası ayrıldığında atılan aşk mektupları, çalındığını sandığı oyuncağı… Evin belleğiydi kuyu, Selva’nın belleği gibi derin, bölük pörçük, tıka basa dolu.
Avlunun öte yakasından, odadan çıkan halası bir yandan örtüsünü düzeltiyor diğer yandan odanın ışığının avluya vuran loşluğunda gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu, iyiden iyiye yaşlanmıştı. Meraklı gözlerle birkaç adım attı, genç kadın karşısında dikiliyordu.
-Hoş geldin evladım, insan bir ses eder, korkuttun.
-Hala, ben Selva.
Peri Hala lambayı yaktı, yaklaştı…
-Selllvaaaaa!!!
Selva, adının aslına uygun söylenişini bile unutmuştu duymaya duymaya. “l” üzerinde belirgin bir vurgu, açık, uzun bir “a”. Sarıldılar, halası sıkıp suyunu çıkaracak gibi, yaşından beklenmeyecek bir güçle sardı, bağrına bastı, öpüp kokladı Selva’yı dakikalarca.
-Yimek yidin mi?
-Yorgunum hala, canım istemiyor.
-Olur mu yavrum! Yoldan geliksin. Oruk var düneyin açıktım. Çay da var teze.
Kolundan tuttuğu gibi eşikten içeri attı Selva’yı. Bir zamanlar banyo yaptığı eşikte ayakkabılarını çıkardı, yukarı çıkıp sedire oturdu. Her şey eskisi gibiydi, beş yılda bir yenilenen evlerin aksine. Sek sek oynadığı göbekli halı, kırmızı gri yer karoları, odadan alçak olan eşikliğin yıllardır basılmaktan aşınmış, hatları yumuşamış mermeri, üzerinde kilim örtülü alçak sedirler ve onların içleri ot dolu sert minderleri, yüksek mi yüksek tavan, ahşap oymalı tavan işlemeleri, üzeri kemerli, iri pencereler, ince taş işçiliği ile fanus takası, duvarda tavana yakın bir yere verevine asılı, düşecekmiş gibi görünen -yıllardır sapasağlam duran- boy aynası, ahşap oyma kapaklı yine üzeri kavisli gömme dolaplar… Odaya sinmiş ahşap kokusunu duydu. Birkaç derin nefesten sonra kalktı, elini gezdirdi odadaki eşyaların üzerinde. Evden eve taşındığı kiracılık hayatı boyunca, hızla değişen görüntülerin, eşyaların, mahallelerin aksine burada her şey yerli yerinde duruyordu. Bedeninin tanıdıklığı burayı bir yuva, vatan gibi hissettiriyor, gördüğü her desen, temas ettiği her doku onu sarmalıyordu. Orada bulunmaktan öte bir şeydi bu; ev onu içine çekmişti, bastığı halının yün dokusu ayaklarını, kıvrımlarına dokunduğu pencere elini, dayandığı yastık sırtını, adım attığı eşik dizini, baktığı ayna yüzünü tanıyordu sanki. Hızdan ve uyaran çokluğundan parçalanmış belleğini yamıyor, onarıyordu bu çağrışım bahçesi, yeniden bir bütünlük, ahenk duyumsuyordu.
Ahşap gömme dolapların önünde durdu; misafir miydi, ayıp olur muydu?.. Kendini tutamadı, tek hücreli bir canlının yakınlarında bulunan bir şeker molekülüne doğru ilerlemesini sağlayan ilkel ve karşı konulamaz yönelimle, dolaplardan birinin, çok iyi bildiği birinin kapağını açtı. O anda kulağı da katıldı bu hatırlama ziyafetine, o tanıdık dolap kapağı gıcırtısıyla. İşte karşısındaydı; ağzı dar, gövdesi kocaman, yeşil üfleme cam kavanozların içinde duruyorlardı. En çok cevizliyi severdi ama hangisi cevizliydi seçemedi. Bir kavanozun kapağını kaldırıp elini daldırdı. Çekerken zorlandı biraz, eli büyümüştü! O sırada iştah açıcı bir tepsiyle içeri giren halasının sesiyle irkildi, kavanoz tangırdadı panikle çarpan kolundan.
-Kömbe düşmanı seniii! Buldun mu hemen!
Halası az kovalamamıştı çocukken. “Kömbe düşmanı” diye koşardı peşinden. Hani çocukların ısrarla sevdiği, tekrar tekrar bıkmadan yediği şeyler olur ya, bu güzel kokulu kurabiyeler de öyleydi onun için. Elinde üç tane kömbeyle kalakalan Selva mahcup,
-Dayanamadım.
-Yi kuzum yi! Ben sana cevizlisini de yaparım.
Yıllarca sağda solda tarçınlı kekler, zencefilli kurabiyeler, mahlepli paskalya çörekleri yeyip durmuş, yine de bir türlü bu tada ulaşamamıştı. Birkaç ısırık aldı; uzun süre sigarayı bıraktıktan sonra ilk nefeste özlem gidermiş biri gibi,
-Allah aşkına hala ne var bunun içinde, nasıl böyle kokuyor? Bağımlı eder adamı.
-Bir şi yok yavrum, bildiğin kömbe baharatı, sen seviyorsun diye öyle geliyor.
-Yok yok, ne var Allasen söyle. Nerden buluyosun bunu?
-Bildiğin kömbe baharatı, Uzun Çarşı’dan alığım, yeddi baharat.
Tarçın, yenibahar, zencefil, muskat, karanfil, mahlep ve damla sakızından oluşan bir karışımdı kömbe baharatı. Genelde dini bayramlarda yapılırdı kömbe ama annesi ona sık sık yapardı. Üstelik o yeşil cam kavanozlarda iki üç ay taze kalırdı. Selva da gelip gidip elini daldırır; dibi delikmiş, bir türlü doymazmış gibi, çocuk cüssesinden umulmayacak kadar çok yerdi.
Her çocuğun annesinin yaptığı, oranıyla, içindekilerle annesine has bir karışım olan bir hamur işi; ekmek, çörek, kurabiye, poğaça ya da pasta kokusu vardır ya… Annenizin -ya da size bakan kişinin- en iyi bildiği, en sık yaptığı o hamurun pişerken evin içine dağılan kokusu… Yemek için başkasına muhtaç olduğunuz, kendi halinize bırakılsanız ölüp gideceğiniz bir yavru olduğunuz günlere ait o koku. İlk yemek, şefkatle doyurulma gibi bir izi kalır ya insanda. İşte Selva için kömbe kokusu öyleydi ve ona bir isim vermek istedi. Seçtiği isim, küçükken kimsenin anlam veremediği şekilde kömbeye taktığı iki heceli addı; “ufp nee” Bu ad, az önce, halasının onu yakaladığı anda aklından geçmişti, rüzgârda salınan incecik bir tül gibi. Bir şey nerede ve hangi ruh haliyle öğrenildiyse o koşullarda hatırlanma oranı artarmış ya, ondan muhtemelen. Böylece, “ufp nee” bizi küçükken doyuran kişinin pişirdiği hamurun eve yayılan kokusu olarak Selva’nın koku sözlüğünde yerini aldı.
Sedirlere uzanıp, birbirlerine doymaya çalışır gibi uzunca baka baka konuştular, eskilerden, yenilerden, komşulardan, gidenlerden…. Yediği oruklar ve kömbelerden rehavet çökmüştü, halası yukarda ona yerini hazırladı. Begonvillerin sarılarak yukarı kata uzandığı merdivenlerden odasına geçen Selva, ipek çarşaf ve yorgan örtüsünden hazırlanmış yatağa uzandı. Tavandaki koyu renkli ahşap leke karşısındaydı, çocukken onu korkutan leke hiçbir şeye benzemeyen kara kuru biçimsiz bir şeydi, büyümüş haliyle baktığında. Onu korkutan zihinsel tantana yoktu, oda çok sakin, yatak çok yumuşaktı. Bir süre sonra, bunları düşünürken üzerine yorgunluk çöken Selva’nın cümleleri dağılmaya başladı. Göz kapakları ağırlaştı, en son karşısında daldığı ahşap tavan detayının üzerine kapandı. Fikirler değil, parçalar halinde algılanan gerçekler geliyordu zihnine; “orada”, “yeşildir”, “hareket etti” gibi. İpekten kumaşlara sarınmış, rüyaya giriyordu. Etrafta insanı örten, koruyan bir sessizlik vardı. Avludaki hayvanlar, böceklere varana dek çoktan uyumuş, kediler ve kuşlarsa çoktan rüya görmeye başlamıştı.