MİLO VENÜSÜ’NDEN GÜZEL VENÜS 

Çağlayanlardan yukarı, turistik otellerin, ipekçi dükkânlarının arasından Abdullah Usta’nın atölyesine doğru gittiler. Üç odalı derme çatma bir evdi, bahçede ağaçların arasında dağılmış, bazıları tamamlanmış, bazıları yarım kalmış insan gövdelerinin, büstlerin ve kimileri de henüz el değmemiş kaya parçalarının olduğu. Usta, evin önünde küçük, alçak, boyası atmış, ahşap bir masanın başında, dizlerinin arasına müstakbel bir Dionysos olan mermer kütlesini sıkıştırmış, çalışıyordu. Kısa boyu, kayaları ehlileştiren güçlü kolları, güneşten rengi solmuş tişörtü, hor kullanılmaktan yırtılmış kot pantolonu, kalın ve dağınık kaşları, tozlu elleriyle.

Abdullah Usta’da yontu, ailedendi, çocukluktan başlamıştı, keskiyi eline aldığında her şeyi unutuyordu. Siz de çalışırken ona bakınca heykel nerde başlıyor, usta nerede bitiyor, keski bir nesne midir, organ mıdır seçemezdiniz. Sıyrılıp fazlalıklarını atan taşla yaşlı adamın kolları elli yıllık karı koca kadar benzeşmiş, senkronize olmuşlardı.

Selva ile Sabri Bey’i görünce işini bıraktı, evi gezdirdi. Her biri taş çatlasa 15-20 metrekare olan iki “salon” da tıka basa irili ufaklı eserlerle doluydu. Raflar, pencere önleri, koltukların üzeri, zeminler… Yerde mermer bir İskender büstü, ona yaslanmış Hipokrat, saçları Hipokrat’ın ayağının altında kalmış kireç taşından Apollon, bazalt bir Aristo, damarlı turkuaz bir Dafne, yanında hayat ağacı mozaiği, steatit taşından bir Tyke, raflarda Venüs’ler, Dionysos’lar, Heredot, Hera, üç güzeller…

Sabri Bey gözleri girer girmez şöyle bir dolandı,

-Ooooo! Bütün antikite burada maşallah! 

Usta mektepli değildi ama yeteneği tesadüfen takdir edilmişti. Gençliğinde bir yağ kandili yapmış, üzerine de gelişigüzel Grek, Asur ve Roma figürlerini işlemiş, kandil hediyelik olarak yurt dışına çıkınca bir profesöre gösterilmek nasip olmuş, üç ayrı uygarlığın figürlerini yan yana gören profesör, Kültür Bakanlığı’na uzun bir faks çekip yağ kandilinin orijinalini araştırmak için tüm masrafları üstleneceğini bildirmişti. Bakanlık da kandilin orijinalinin bulunması için tüm müze ve koleksiyonculara haber salmış, fellik fellik arasalar da bir şey bulunamamıştı haliyle. Sonunda birinin aklına Abdullah Usta gelip de durum anlaşılmış, atölyeyi gezen profesör, dünyada Klasik Roma çizgisine en yakın yontu atölyesi olduğunu söyleyerek dönmüştü memleketine. 

Yapıtları çok güzel olsa da hepsi bir dönemin taklidiydi, özgün bir şey var mı diye bakındı Sabri Bey, aralara saçılmış olan Dafne’leri ayırt etti. Harbiye’deki efsaneyle hemhal olan Abdullah Usta, bulduğu her tür, her boyutta, her renk taşa; bir kadın bir ağaca dönüşürken hangi olası aşamalardan geçerse hepsini an an/tek tek kazımaya kararlıydı. Dafne koşuyor, Dafne soluk soluğa, Apollon yakalamış onu, Dafne yalvarıyor, korkmuş, Dafne tökezlemiş, Dafne çömelmiş, ayaklarıyla toprağı eşeliyor; Dafnenin saçları yaprak, yüzü insan; ayakları kök, kolları insan; yarı ağaç, yarı insan, bazılarında daha çok ağaç, bazılarında  daha çok insan. Bitmeyen, sanki sonsuzca Dafne’leri vardı, ömrü yettikçe efsanenin o anını, yaracak, parçalayacak her seferinde daha özgünleştirerek çoğaltacak gibiydi.

O sırada Selva, kurşuni bir kayadan, yirmiye yirmi santimlik bir Dafne büstünü eline almış seyrediyordu. Yüzü ve ifadesi pürüzsüzdü. Dudaklarının duruşunu dakikalarca izledi. Çok güçlü bir biçim verilmişti, baktıkça insanın içine işliyor, ele geçiriyordu. Arkasına dokunulmamış, öylece bırakılmıştı, pürüzlü, köşeli, biçimsiz, ham haliyle yol kenarında gördüğünüz herhangi bir taş parçasından farkı yoktu.

Onu gören Sabri Bey, gençliğini anımsadı. Paris’in altını üstüne getirdiği birkaç günü. Garibanlıktan ayaklarında derman kalmayana kadar her sokağı karış karış yürümüş, o halde Louvre’a varınca, Michelangelo’ın Ölmekte Olan Köle heykelinin yanına geldiğinde dolanıp dolanıp bir türlü gözünü alamadığı, ayrılamadığı için bir kolonun dibine çökmüştü. Tam karşısında, bir buçuk saat kadar gözünü ayıramadan izlemişti. Tarif gerekirse, bir buçuk saat boyunca şarap içer gibiydi, aralıksız. O tad, başka hiçbir tecrübeye benzemiyordu. Yorgunken açılan duyularından mı Michelangelo’ın dehasından mı bilinmez, estetiğin insana etkisini keşfetmişti; bakmaya doyamıyordu. Uzunca bir süre baktıktan sonra gördü onu esir eden şeyi, kölenin yüzünde esrik bir ifade vardı. Bunu tanıyordu Sabri Bey, piyano çalarken Fazıl Say’ın yüzünde görmüştü örneğin; iş arkadaşı yıllar süren çalışmanın ardından, büyük bir paradigma değişimiyle keşif yaptığı anda, yanındaki masadaydı, belki milisaniyeler sürmüştü ama aynı ifadeydi; karısında, onu mutlu ettiği birkaç özel anda görmüştü, beyin hala kamaşırken, zamana ve mekâna geri dönmeden önce.  Normal insan hayatında kısacık süren ve nadir rastlanan, vecdin ifadesi, yüzdeki onlarca kasın, müthiş ahengine bürünmüş görünümüydü. Belki ölmeden hemen önce insani olan tüm beklentilerden arındığın, evrene ve kendine veda ettiğin o anda, bu ifadenin en duru şekli beliriyordu yüzümüzde. Michelangelo, o uçucu anı mermere kazımış, sonsuzluğa takdim etmişti. 

Sabri Bey’in anlatacağı kimse de fotoğraf makinesi de akıllı telefonu da yoktu yanında. O zaman da insanlar dünyanın dört bir yanından gelip, fotoğrafı alınacak en iyi açı için şöyle bir bakıp çekip gidiyorlardı, arkasını, sağını solunu merak etmeden. Onları heykelin etrafında bulanık, belirsiz hareketler halinde hissediyordu. Fotoğraf çektiğimiz yerlerin hafızamızda daha silik kalmasına karşılık Sabri Bey, hiç bölünmeden yaşadığı o seyri ömrü boyunca unutmayacaktı.

Louvre’da koca bir salon onlarca farklı Venüs heykeliyle doluyken Milo Venüs’ü, etrafında bir insan girdabı oluşturuyordu. Sabri Bey de takılmıştı girdaba, dönüp durmuştu. Sanat tarihçilerinin de tartışma konularından biriydi onun büyüsü -hatta işi, kollarının dirsekten aşağısının olmaması nedeniyle çaresiz göründüğü için çekici olduğu yorumlarına kadar vardıranlar çıkmıştı-. Üşenmemiş, salondaki diğer bütün Venüs’lerle Milo Venüsü arasında mekik dokuyarak karşılaştırmalar yapmıştı; biraz daha kapalı duruyordu, hafif öne doğru, kamburumsu gibi hatta, boynu da dümdüz yukarı uzanmıyor, başıyla birlikte öne doğru bir eğim yapıyordu. Yüz ifadesi zarif bir kendinden eminlik içeriyordu, doluydu. Canlı iki insandan birinin anlamlı, diğerinin boş bir yüzü olması gibi bir fark vardı diğer Venüs’lerle arasında. Sabri Bey, o gün Milo ile diğer Venüs’ler arasında gidip gelerek adını koyamadığı, sorsanız tarif edemeyeceği bir şekilde Milo’nun neden güzel olduğunu anlamış, hayatında ilk kez -tamamen bilinçdışı düzeyde de olsa- “heykelden anlar hale geldiğini” hissetmişti. Kısmet bugüneymiş, nihayet nedenini sorabileceği birine rastlamıştı.

Selva, 

-Dafne’leriniz çok güzel. Neden bir Dafne müzesi açmıyorsunuz?

Usta’nın en büyük hayaliydi kendi müzesinin olması. 

-Para ister…

-Devletten yardım alsanız, sonuçta burayı tanıtıyorsunuz. 

Sahiden heykelleri satın alanların çoğu yabancılardı. Bizimkiler “taşa para vermez” di. Almanya’dan Japonya’ya, İtalya’dan, Hollanda’ya… Efsanenin her anı dünyanın çeşitli yerlerine saçılmıştı. Zaten bu ülkede heykel sanatının başına gelen yolunmuş tavuğun başına gelmemişti. Ucube denip yıkılmış, içine tükürülmüş, bir vazonun yarım yamalak memeye benzeyen kabartısı müstehcen bulunmuştu. Şehir meydanlarına heykel namına, köfte, kavun, bazlama, üzüm, horoz, biber, ceviz, inek, mantar gibi şeyler hatta -affedersiniz- mısır bile dikilmişti. Bu meydanlar, başka ülkelerin meydanlarındaki soyut, algıyı genişleten, sıra dışı formlarla karşılaştırıldığında zihinlerimiz arasındaki birkaç yüzyıllık farklar kendini ele veriyor, insanlığın karnını doyurma aşamasında takılı kaldığımız sırıtıyordu. Memleket heykel yaparak geçimini sürdürmek için bile uygun bir yer değilken devletten güzeller güzeli, üstelik her daim giyinik de olmayan Dafne’nin müzesi için yardım ummak safdillik olurdu.

Neden sonra, Milo Venüs’ünü sordu Sabri Bey, usta önce gülümsedi, başını eğdi, 

-O biraz farklı, Milo Venüs’ü 35-40 yaşlarında. Karın çizgilerinden anlayabilirsiniz. Diğer Venüsler daha genç.

Sabri Bey ne kadar etkilendiğini sayıp dökmeye başladı.

-İlk gittiğimde ben de etkilenmiştim. 

Bu hırpani kılıklı yaşlı adam, iki kez gitmişti Louvre’a.

-Nasıl olur? Etrafındaki onlarca Venüs’le farkı aşikarken?..

-Ben… Batılıların bu “Her şeyin en iyisi bizde” sunumuna güvenmiyorum (Bu duyguda Fransızların Abdullah Usta’nın ailesinin yaptığı el işi mühürleri toplayıp götürmelerine duyduğu kızgınlığın payı da vardı belki, numunelik bile bırakmamışlardı).

-Gözümle görmesem tamam diyeceğim de…

-Diğer Venüs’leri ona göre yerleştirip bir algı yanılması yaratmış olabilirler. 

Sabri Bey, sağda solda anlattığı Louvre’daki “heykelden anlama eğitiminin” görsel algı yanılgısı içermesi ihtimalini fark edince hayal kırıklığına uğramıştı. 

-Milo Venüs’ü gerçekten güzel. Benim demek istediğim o salonda bir algı yanılması yaratmış olabilirler. Yoksa başka başka yerlerde çok daha güzelleri vardır.

-Daha güzel Venüs’ler haaa… 

Belki yer üstünde, bir galeride, belki hala toprağa gömülü… En güzel sandığımızdan daha güzeli… Neden olmasındı…

Kalkarlarken, Usta Selva’ya, 

-Hangi Dafne’ydi o beğendiğin, getir bakalım, dedi.

-Ben işsizim, diye gülümsedi Selva.

-Getir sen getir!

-Yok usta, alamam…

Alırsın alamam derken Sabri Bey içerden getirip Usta’ya verdi büstü. Usta da Selva’nın ellerine tutuşturdu. 

Gururlu kızdı Selva, öyle karşılıksız bir şey almazdı. Teşekkür ederek hemen geri verdi… Demeye kalmadan güzelim büst ikisinin elleri arasından kaydı ve düşmeye başladı…

Anında düşeceği yerin altına ayağını uzattı usta ki ona bile gerek kalmadan havada yakaladı. Bu onun mesleki refleksiydi, onca emek verdiği heykeller kırılmasın diye altına ayağını uzatırdı -ayak parmakları defalarca kırılmış, incinmişti ama ziyanı yok- kaptığı büstü buyuran bir hareketle Selva’nın çantasına koydu.