M.Ö. 9000 den itibaren kesintisiz, Amuk, Akad, Huri, Hitit, Asur, Pers, Makedonya, Roma, Arap, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı hakimiyetinde kalmış olan Antakya yirmi yıl kadar da Fransız işgalini yaşadıktan sonra Hatay kendi başına bir devlet olmuş –ki dünyanın en kısa süren devletiydi-, ardından da kendi isteğiyle Türkiye’ye katılmıştı –ki dünyanın ilk halk oylamasıydı-.
Atatürk’ün “şahsi meselem” dediği, aşkıydı Hatay. 1921’de zor günlerde umumi menfaatler açısından, bölgeyi Fransız kuvvetlerine bırakmak zorunda kaldığı bir antlaşma imzalamış ama Hatay’ı teslim etmeyeceğini de daha o günlerden ilan etmişti. Tabii burada neden Suriye ile değil de Fransa ile antlaşma yapıldığının sorulması abesle iştigal etmektir. İyi kötü coğrafya dersi görmüş herkesin malumu olduğu üzere Antakya ile Paris çok yakındır ve Fransa ile Hatay kapı komşusudur.
Yıllar sonra, 29 Ekim 1937 akşamı, Atatürk Ankara Palas’ta, Cumhuriyet Bayramı kutlamasında, Romanya Erkanı Başvekili Tataresco, Balkan devletleri Erkanı Harbiye Reisleri, İngiltere Büyükelçisi’nin hazır bulunduğu baloda Fransa Büyükelçisi Mösyö Ponsot’a Hatay meselesinin şahsi davası olduğunu açıkça söyledi. Konuşmaları Fransızca’ya Ruşen Eşref Ünaydın çeviriyordu:
“Ben muhterem milletinizin ve şerefli ordunuzun kıymetli, kudretli vasıflarını takdirle, sitayişle bilirim. Bu şuurla ona, ben dostluk elimi uzatmak istiyorum. O da benim dostluğumun değeri olduğunu bilmelidir; buna aynı ehemmiyetle mukabele etmelidir. Bakınız benim kendi dostluğumun yanında, bütün şu etrafımda gördüğünüz şanlı ve mümtaz şahsiyetlerin temsil ettikleri şerefli kuvvetlerin, Balkan Paktı ve Sadabat Paktı kuvvetlerinin, kıymetli, kudretli ve muazzam dostluğu var… Bunun önemini devletinizin anlamaması ve benim talebimi reddetmesi ihtimalini tasavvur etmiyorum: Ben toprak büyütme dileklisi değilim. Barış bozma alışkanlığım yoktur. Ancak muahedeye dayanan hakkımızın isteyicisiyim. Onu almasam edemem, Büyük Meclis’in kürsüsünden milletime söz verdim: “Hatay’ı alacağım!” dedim. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem onun huzuruna çıkamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim, yenilmem; yenilirsem bir dakika yaşayamam. Bunu bilerek ve sözümü behemehal yerine getireceğimi düşünerek, benim dostluğumu lütfen iş’ar ve teyid ediniz!”
Bundan sonra Atatürk İngiltere Büyükelçisi Sir Percy Loren’in omzunu okşayarak konuşmasını sürdürdü:
“Bakınız, muhterem İngiliz koleginiz benim bütün düşüncelerimi iyi anladı, benimle tam dost oldu. Sorunuz kendisine, öyle değil mi? Ben, sizinle de aynı samimiyet dairesinde tamamen dost olmak istiyorum…”
Sonra kadehini kaldırarak “Şerefinize!” dedi. Bütün kadehler kaldırıldı ve içkiler yudumlandı.
Herkesin önünde yapılan bu konuşma ertesi gün bütün gazetelerde yer aldı. O akşam Çankaya’da Atatürk, Ruşen Eşref’e şunları söylüyordu:
“Başvekil Paşa benim demeçlerimden boşuna telaş ediyor. Fransızlar bir sancak için -özellikle bu günlerde- bizim gibi bir devletle savaşı göze alamazlar. Biz hakkımızı istiyoruz; onlar da diplomatik yollardan bu hakkımıza gölge düşürmeğe çalışıyorlar. İngilizler bizim tarafımıza geçti bile… Ama bütün dünya bizim karşımızda birleşse, biz Hatay’ı alacağız. Hükümet buna cesaret edemezse ben cumhurbaşkanlığından çekilirim, bir “ferd-i millet” olarak Hatay’a girer, onun bağımsızlığını ilan ederim!”
Sofrada bununan Yunus Nadi’nin “Sonra paşam?” diye sorması üzerine Atatürk devam etti:
“Sonra da Türkiye’ye döner, hakkını almaktan aciz hükümeti deviririm!..”
Bu cesur insan, çocukken okullarda bize anlatıldığı gibi, hasta yatağından kalktı, sağlığı pahasına son zamanlarına kadar Hatay için çalıştı. Ne yazık ki anavatana katıldığını göremedi. Ancak çabaları boşa gitmedi; Hatay, elden çıkan Türk topraklarından anavatana geri dönen tek örnek ve bu süreç diplomatik bir zafer olarak tarihe geçti. Fransa büyükelçisine attığı; iltifatla başlayan, telkinle süren ve tehditle sonlanan tiradı da dahiyane bir diplomasi numunesi olarak akıllarda kaldı. Deneyebilirsiniz, birine önce sevdiği biri hakkında sorular sorun ya da iltifat edin ve sonra bir şey isteyin, size normalden daha olumlu davranacaktır.
10 Kasım 1938 günü, tüm Hatay Devleti’nde bayraklar yarıya indirildi, dükkanlar kapatıldı, okullar tatil edildi, minarelerde kayıp salaları verildi, kiliseler matem çanlarını çaldılar… Anma törenlerinde halk “cins ve mezheb farkı olmaksızın” ağladı.
23 haziran 1939’da, Türkiye ile Fransa arasında Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını sağlayan bir antlaşma imzalandı. Ardından antlaşma gereği, isteyenler yola düştü. Suriye’den gelenler olduğu gibi, Hatay’dan Suriye, Ürdün, Lübnan’a gidenler de oldu. Şapkadan hoşlanmayanlar da vardı gidenlerin arasında, çıkarılan söylentilerden ürken ya da ailesi Suriye’de kalan Ermeniler, Ortodoks Hristiyanlar, Araplar, Aleviler de. Kalanların hepsi, hiçbir ayrım gözetilmeden T.C. vatandaşı sıfatını aldılar.
Savaşlar, antlaşmalar, göç edenler, oraya yerleşenler vs. derken, Amanoslar’ın eşsiz florası gibi, kalanlardan, burada yaşamayı seçenlerden oluşan bir popülasyon ortaya çıkmıştı. Antakya, kalanların şehriydi. Fransa o dönemde Ortodoksları almak için üç gemi göndermiş ama boş dönmüştü gemiler. Ve Musa Dağı’ndaki altı Ermeni köyü boşalırken Vakıflı Köyü kalmıştı. Kalanlar, Atatürk’e güvenenlerdi. Gözümüzün bebeği gibi korumamız gerekenler. Şimdilerde en ufak güçlükte Türkiye’den gitme isteğiyle yanıp tutuşan herhangi birimizden daha Türkiyeli idiler.
(Yazıdaki alıntılar, Mehmet Tekin’in Hatay İşgal Yılları ve Bağımsız Hatay Devleti Kronolojisi kitabından.)