Öne Çıkan

Dolgudan Korkulur mu?

Dolgu maddelerinin yüze enjeksiyonları estetik tıbbın en sevilen taraflarından birisi. Yine de bazı kişilerin dolgu lafını duyunca korktuğunu gördüğüm için bu korkunun nedenleri üzerine -gayet haklı olan ve bazen de sadece bilgi eksikliğinden kaynaklanan nedenler bunlar- yazmak istedim.

Dolgu etkisi geçince yüzüm eskisinden kötü olur mu?

Cildin kendisine yapılan dolgu maddeleri aksine hyaluronik asitin etkisiyle onarıcı bir etki gösterir ve cilt kalitesi o bölgede eskisinden de iyi olur. Yüzdeki hacim kaybını yerine koymak için yapılan daha derin dolgularda ise etki geçince en fazla eskisi gibi olur (ve öyle olacağını söyleriz) ki pratikte çeşitli nedenlerle bundan daha iyi sonuçlar görüyoruz. Burada fazla miktarda dudak enjeksiyonlarının yıllarca tekrar tekrar yapıldığı hastalarda farklı bir durum mevcut; dudak anatomisini aşırı zorlayarak yapılan dolgularda ki maalesef fazlaca görüyoruz etrafta, sonrasında deformasyon gelişme ihtimali var.

Dolgu yaptırmak tehlikeli midir?

Dolgu enjeksiyonu mutlaka tecrübeli bir hekim tarafından yapılması gereken, çok nadir olmakla birlikte ciddi yan etkileri olabilen bir uygulamadır. Ancak bu riskler ihtimal olarak çok düşüktür ve bizler bunu daha da aza indirmek için uğraşırız. Ben de, ucu künt kanül kullanarak, iğne kullanıyorsam her seferinde damar kontrolü yaparak, yavaş çalışarak, bölgeye uygun dolgu malzemesini seçerek, işlem öncesi ve sonrası ultrasonla kontrol ederek uygulamayı olası en güvenli hale getirmeye dikkat ediyorum.

Hangi dolgular daha güvenli ?

Bildiğimiz en güvenli dolgular geçici olan FDA onaylı hyaluronik asit dolguları çünkü istenmeyen bir etki ortaya çıkarsa “Hyaluronidaz”adlı enzimle eritebiliyor ve etkiyi geri çevirebiliyoruz. Bunun yanında FDA onaylı olan yarı kalıcı dolgular da var, sonuçları da güzel ancak bunu asla uygulamam diyen hekimler de var bir o kadar. Yarı kalıcı dolgularda tartışma şu; içinde geri çeviremeyeceğimiz maddeler var yani ciddi bir yan etki durumunda çaresiz kalabiliriz. Burada kesinlikle yapılmaz demek doğru olmaz ama ben de dahil olmak üzere “Ben yapmam arkadaş” diyen pek çok hekim var.

Etrafta çok şişmiş yüzler görüyorum, dolgu doğal bir uygulama değil.

Dolgu enjeksiyonları doğru şekilde uygulandığında onu göremez, fark edemezsiniz zeten. Sadece kişiyi önceden tanıyanlar adını koyamadan “bir şeyler olduğunu” anlayabilir bazen. Dolgu uygulanan kişinin kendine özgü anatomisi, yaşlanma paterni ve yüzünün hatta bedeninin geri kalan kısmının bütünü göz önünde tutularak yapıldığında sadece zamanla eksileni günümüzdeki haline yakışacak şekilde yerine koymak, yüzdeki yapıların dengesini sağlamak anlamına gelir. Dolgu mimiklere etki etmez ancak abartılı yapıldığında cildi de alttan sıkıştırarak doğal olmayan bir sonuca neden olabilir.

Uygulayıcımın yüzü aşırı şişkin, beni korkutuyor, öyle mi olurum?

Daha önce bir yazımda uzun uzun anlattığım “Beden Algı Bozukluğu” hastalığı maalesef kozmetik/estetik sektörü profesyonellerinde de yaygın. Hatta İngiltere’de yapılan bir ankette uygulayıcılardaki oranı hastalardan yüksek çıkmış (%14 kadar) . Bunu siz de basından, sosyal medyadan ya da görüşmeye gittiğinizde ayırt edebilirsiniz. O kişinin normal kabul ettiği görüntü odur ki kendisi de öyledir. Estetik anlayışı size yakın olan bir başkasını arayabilirsiniz ( bu konuda zevki benzer olan hastalar ve doktorlar her zaman birbirini bulurlar). Gençlik fetişi ve sosyal medya toplumu öyle cendereye aldı ki maalesef çok aklı başında insanlar da bu yoğun baskı karşısında savrulup gidebiliyor.

Naturel yapmıyorum diyen yok!

Bakın bu çok ilginçtir; yanaklarınızı 50 yaşında ponçik ponçik, kaşlarınızı kanatlarını kaldırmış kartal gibi, dudaklarınızı aşırı dolgun ve çıkık (ben diyeyim ördek, siz deyin balık), burun kökünüzü avatar gibi yayvan ve dolu, çeneninizi cadı gibi sivri yapan biri de “naturel bir kaç dokunuş” yaptığını söyleyecek size. Bunun nedenlerine bakalım.

Ne Bekliyonuz?

Bizim kültürümüzde ve eğitim sistemimizde estetiğin, insan figürlerinin ve oranlarının yeri çok az oldu hep. Uygulayıcılar da hastalar da bu konunun cahili. Ressam Orhan Albaş, Alibeyköy’de bir meydana çirkince bir mısır heykeli diktiğinde kendisiyle yapılan söyleşide içinde büyüdüğümüz toplumu kast ederek “Ne Bekliyonuz?” demişti 🙂

Algı Kayması etkisi

Sadece bizde değil, Batı toplumlarında da abartılı estetik uygulamalara göz alıştı ve normalin o olduğuna dair bir algı kayması başladı. Ancak bu durum Doğu toplumlarında çok daha fazla ve “çirkin” denebilecek görüntüler yaygın ne yazık ki.

Durmayı bilmemek

Dolgunun kararında olanıyla fazlası arasındaki çizgi ince. Hastalarımız dolgu yaptırdığında yüzdeki değişim onları öyle hoşnut ediyor ki bazıları bir süre sonra o hissi tekrar istiyorlar. Böyle tekrar tekrar yapılan enjeksiyonlarda hem algı kayması yaşanıyor -o hafifçe dolgun yüz norm haline geliyor- hem de kuvvetle tekrar isteniyor. Bu durumlarda bir profesyonelin “Duralım, bu kadar yeterli.” demesi gerekiyor. Bazen hastanın psikolojik baskısı bazen de ekonomik nedenlerle “Duralım” diyemeyebiliyor uygulayıcı.

Sınırlarını bilmemek

Her hekim her kozmetik probleme çare olamayabilir. Gerektiğinde başka hekimlere yönlendirmeyi bilmek gerek. Aşırı sarkmış bir göz kapağı için operasyona göndermek gerekiyorsa gönderilmeli. O yanaklardaki, her yerde gördüğümüz aşırı şişkinliğin nedeni, çene hattında opreasyon gerektirecek boyuttaki sarkmaların yukarı tarafa yani yanaklara dolgu “basarak” düzeltileceği yanılgısı. Bazen buna “Siz yapıverin.” diyen hastanın psikolojik baskısı da neden olabiliyor, benim de böyle kırmayayım diye başlayıp pişman olduğum bir kaç vakam oldu, çok daha katı ve net olmak gerektiğini öğrendim onlardan.

Yüzün yorumlanmaması, herkese aynı teknik uygulanması

En yakındığımız durumlardan biri gittikçe herkesin birbirine benzemesi. Oysa her yüz ve anatomi biriciktir. Kimi yüzlerde feminen, kimi yüzlerde maskülen özellikler baskındır. Kiminin gözleri ayrıktır, kiminin ağzı geniş, kiminin alnı dardır, kiminin çenesi küçük… Her yüz kendi başına değerlendirilip tedavi edilmeli. Süslü sözlerle “face couture” diyorlar buna, yani kişiye özel yüz tasarımı. Elbette uygulayıcının teknik repertuarı da geniş olmalı ki kime ne uygunsa ona göre farklı yaklaşım geliştirebilsin.

Hastaların soruları ve korkuları üzerinden aklıma gelenleri yazdım. Ben zaman geçtikçe dolguda abartılı uygulamaların, ponçik yanakların, aşırı dolgun dudakların modasının geçeceğini düşünüyor ve umuyorum. Benim için dolgu enjeksiyonları, özellikle de kırk yaş üzeri kadınlarda yaşlanan yüzün yeniden şekillendirilmesi mesleğimin en sevdiğim kısmı.

Öne Çıkan

Yaşlanırken Yüzümüze Neler Oluyor?

Bize; kırışıklık, yorgun görünüm, yaşlı görünüm, sarkma gibi şikayetlerle başvuran kişilerin çoğu kez sorunun kaynağı ya da nasıl giderileceği hakkında bilgileri -doğal olarak- eksik oluyor. Gözümüz karşıdaki yüzde bilinçdışı olarak bir denge arar, bu nedenle kozmetik uygulamalar sırasında doğru hedefe yönelmek ve yüz bütününün ahengini gözetmek yaptığımız işin doğal görünmesini sağlıyor.

Yaşlanma karmaşık bir süreç ve yıllar içinde yüz yapısının her katmanında değişikliklerle seyrediyor. Yüz iskelet kemikleri, kasları, yağ ve bağ dokuları ve en üstte de cilt hep birlikte değişiyor. Yaşlı bir yüz, oranları ve dokuların yerleri değiştiği için, yanıltıcı olarak olumsuz duygulara (sinirli, yorgun, endişeli, mutsuz vb.) sahipmiş ifadesi gösteriyor.

Yaşlanma anatomisi, tıp camiası için aktif ve araştırmaların sürdüğü bir alan. Yeni bilgiler yeni teknikler doğuruyor ve estetik uygulamalar gün geçtikçe daha doğal sonuçlar veriyor. Eskiden sarkan fazla cildi alıp yüzü germe ve yüzeydeki kırışıklığı giderme odaklı yapılan gençleştirme uygulamaları şimdilerde yüzün bütün katmanlarında üç boyutlu değerlendirmenin ve uygulamaların yapıldığı, gölgelerin dahi gözetildiği, neredeyse “doku heykeltıraşlığı” diyebileceğimiz; bilimin ve sanatın birbirine karıştığı bir hale evrildi. İşlem sırasında gençlik konturlarını da yaşlılık kıvrımlarını da aklımızda tutarak bir denge kuruyoruz.


Yüz üçgenleri: Genç bireyde belirgin elmacıklarla tabanı yukarıda bir üçgen görünümü olurken yaşlandıkça üçgen tersine döner.

Bizler yüzü anatomik, estetik, fonksiyonel vb. alt birimlere ayırarak inceleriz. Bu ayrımlardan esinlenerek yüzü bölümlere ayırarak yaşlanma bulgularını yazacağım. Yazdıkça site içi bağlantılarla ekleyeceğim:

  1. Yüzün tabakalarında yaşlanma: Kemikler, kaslar, bağlar, yağ yastıkçıkları, deri katmanları
  2. Alın ve şakakların yaşlanması
  3. Göz çevresi yaşlanması
  4. Yanaklar ve orta yüz yaşlanması
  5. Dudaklar ve ağız etrafı yaşlanması
  6. Çene ve çene hattı yaşlanması
  7. Çene altı (gıdı) ve boyun yaşlanma bulguları
  8. Burun ve çevresi, kulak

Öne Çıkan

Neler Yapıyorum?

 

Tanısal İşlem, Tedavi ve Kozmetik Uygulamalar

  • Botulinum toksin enjeksiyonu (Botox): Yüz ve boyun kırışıklık ve el/ayak/koltuk altı aşırı terleme tedavisi
  • Dolgu maddeleri enjeksiyonu (Hyaluronik asit geçici  dolgular: Juvederm/Restylane/Teosyal/Boletero): Göz altı çöküklüğü, burun kenarı çizgileri, ağız kenarı çöküklüğü, kaş çatma çizgileri, elmacık kemikleri ve yanak, şakaklar,  kaş kaldırma, dudak/ burun/çene hattı ve çene şekillendirme, derin çöküklükler ve ince çizgiler
  • Hyaluronik asit mikro enjeksiyonları ile yüz, boyun ve el nemlendirme, elastikiyet ve gerginlik artışı
  • Kimyasal cilt soyma (peeling) tedavisi: Leke, akne izleri (leke ve çukurcuklar), cilt canlandırılması, genişlemiş gözenekler, vücut çatlakları, pütürlü cilt yapısı
  • İp asma ile yüz germe (örümcek ağı): Yüz, gıdı, boyun sarkmalarının toparlanması, cildin kollajen sentezinin, tonusunun artırılması
  • PRP (Trombositten zengin plazma): Cilt gençleştirilmesi, leke, saç dökülmesi
  • Mezoterapi: Selülit, cilt canlandırılması (yüz, boyun,el) cilt sarkması (yüz, boyun, kol ve bacak içleri, karın) leke, saç dökülmesi ve cansızlaşması, göz altı torbalanma ve morlukları
  • Bölgesel yağlanma tedavisi: Gıdı küçültme, karın, basen vb. bölgesel yağlanmalarda lipolitik enjeksiyonu ve sıkılaştırma
  • Jalupro yüz enjeksiyonu ve göz çevresi enjeksiyonu
  • Somon DNA enjeksiyonu
  • Kollajen enjeksiyonu (Nithya)
  • Gençlik Aşısı (H 100 Plus)
  • Dermaroller ve dermapen: Akne skarları, antiaging, deri çatlakları, göz kenarı kırışıklık, göz altı morluk ve torbalanmalar
  • Kriyoterapi: Dondurma ile siğil, nasır, hemanjiom, et benleri, güneş lekesi, seboreik keratoz vb. lezyonların tedavisi
  • Elektrokoterizasyon: Elektrik akımı ısısından yararlanılarak lezyonların yakılarak tedavisi (siğil, et beni vb.)
  • Dermatoskop ile ben muayenesi ve takibi
  • Punch Biyopsi: Deri lezyonlarının kesin tanısı için yapılan hastadan örnek alınması işlemi
  • KOH (potasyum hidroksit) yöntemi ile hastada mantar aranması (mikroskopik bakı)
  • Molloscum contagiosum ekstirpasyonu (lezyonların çıkarılması)
  • Komedon ekstraksiyonu: Siyah nokta ve beyaz başlı akne lezyonlarının temizlenmesi
  • Wood lambası muayenesi
  • Paterji testi
  • Saç yapısı mikroskopik incelemesi
  • Deri lezyonları küretajı
  • Lezyon içi ilaç enjeksiyonu: Kistik akne, saçkıran, keloid, hipertrofik skar, hipertofik liken, şark çıbanı,  hidradenitis supurativa, ağız içi aftöz ülser vs. deri hastalıkları
  • İyi huylu deri lezyonu shave eksizyonu
  • Subsizyon: Çökük akne izlerinin fibröz bantlarının kesilerek serbestleştirilmesi

Tanı ve Tedavi Hizmetleri

  • Akne, Rosacea
  • Mantar hastalıkları (saç, tırnak, vücut)
  • Derinin viral hastalıkları (uçuk, zona, molloscum, HPV, siğiller)
  • Derinin bakteriyel hastalıkları
  • Paraziter hastalıklar (uyuz, bitlenme)
  • Böcek ısırıkları
  • Egzamalar (atopik dermatit, alerjik dermatit, irritan dermatit, seboreik dermatit, numuler dermatit, dizhidroz)
  • Sedef hastalığı
  • Ürtiker (kurdeşen) ve alerjik deri hastalıkları
  • Cilt kuruluğu
  • İlaç döküntüleri
  • Benler, damarsal tümörler, kistler
  • Deri kanserleri
  • Güneş alerjisi, güneş yanıkları
  • Pigment hastalıkları: Doğum lekesi, vitiligo
  • Cinsel yolla bulaşan hastalıklar: HPV (genital siğil), frengi, genital uçuk vb.
  • Saç ve kıl hastalıkları: Saç ve kıl dökülmeleri, aşırı kıllanma, saçlı deride kepeklenme, kıl dibi iltihabı
  • Tırnak hastalıkları
  • Aşırı terleme
  • Ağız içi aftlar
  • Behçet hastalığı
  • Nasır ve deri kalınlaşmaları
  • 1.ve 2. derece yanıklar

Ve diğer deri hastalıkları…

MİLO VENÜSÜ’NDEN GÜZEL VENÜS 

Çağlayanlardan yukarı, turistik otellerin, ipekçi dükkânlarının arasından Abdullah Usta’nın atölyesine doğru gittiler. Üç odalı derme çatma bir evdi, bahçede ağaçların arasında dağılmış, bazıları tamamlanmış, bazıları yarım kalmış insan gövdelerinin, büstlerin ve kimileri de henüz el değmemiş kaya parçalarının olduğu. Usta, evin önünde küçük, alçak, boyası atmış, ahşap bir masanın başında, dizlerinin arasına müstakbel bir Dionysos olan mermer kütlesini sıkıştırmış, çalışıyordu. Kısa boyu, kayaları ehlileştiren güçlü kolları, güneşten rengi solmuş tişörtü, hor kullanılmaktan yırtılmış kot pantolonu, kalın ve dağınık kaşları, tozlu elleriyle.

Abdullah Usta’da yontu, ailedendi, çocukluktan başlamıştı, keskiyi eline aldığında her şeyi unutuyordu. Siz de çalışırken ona bakınca heykel nerde başlıyor, usta nerede bitiyor, keski bir nesne midir, organ mıdır seçemezdiniz. Sıyrılıp fazlalıklarını atan taşla yaşlı adamın kolları elli yıllık karı koca kadar benzeşmiş, senkronize olmuşlardı.

Selva ile Sabri Bey’i görünce işini bıraktı, evi gezdirdi. Her biri taş çatlasa 15-20 metrekare olan iki “salon” da tıka basa irili ufaklı eserlerle doluydu. Raflar, pencere önleri, koltukların üzeri, zeminler… Yerde mermer bir İskender büstü, ona yaslanmış Hipokrat, saçları Hipokrat’ın ayağının altında kalmış kireç taşından Apollon, bazalt bir Aristo, damarlı turkuaz bir Dafne, yanında hayat ağacı mozaiği, steatit taşından bir Tyke, raflarda Venüs’ler, Dionysos’lar, Heredot, Hera, üç güzeller…

Sabri Bey gözleri girer girmez şöyle bir dolandı,

-Ooooo! Bütün antikite burada maşallah! 

Usta mektepli değildi ama yeteneği tesadüfen takdir edilmişti. Gençliğinde bir yağ kandili yapmış, üzerine de gelişigüzel Grek, Asur ve Roma figürlerini işlemiş, kandil hediyelik olarak yurt dışına çıkınca bir profesöre gösterilmek nasip olmuş, üç ayrı uygarlığın figürlerini yan yana gören profesör, Kültür Bakanlığı’na uzun bir faks çekip yağ kandilinin orijinalini araştırmak için tüm masrafları üstleneceğini bildirmişti. Bakanlık da kandilin orijinalinin bulunması için tüm müze ve koleksiyonculara haber salmış, fellik fellik arasalar da bir şey bulunamamıştı haliyle. Sonunda birinin aklına Abdullah Usta gelip de durum anlaşılmış, atölyeyi gezen profesör, dünyada Klasik Roma çizgisine en yakın yontu atölyesi olduğunu söyleyerek dönmüştü memleketine. 

Yapıtları çok güzel olsa da hepsi bir dönemin taklidiydi, özgün bir şey var mı diye bakındı Sabri Bey, aralara saçılmış olan Dafne’leri ayırt etti. Harbiye’deki efsaneyle hemhal olan Abdullah Usta, bulduğu her tür, her boyutta, her renk taşa; bir kadın bir ağaca dönüşürken hangi olası aşamalardan geçerse hepsini an an/tek tek kazımaya kararlıydı. Dafne koşuyor, Dafne soluk soluğa, Apollon yakalamış onu, Dafne yalvarıyor, korkmuş, Dafne tökezlemiş, Dafne çömelmiş, ayaklarıyla toprağı eşeliyor; Dafnenin saçları yaprak, yüzü insan; ayakları kök, kolları insan; yarı ağaç, yarı insan, bazılarında daha çok ağaç, bazılarında  daha çok insan. Bitmeyen, sanki sonsuzca Dafne’leri vardı, ömrü yettikçe efsanenin o anını, yaracak, parçalayacak her seferinde daha özgünleştirerek çoğaltacak gibiydi.

O sırada Selva, kurşuni bir kayadan, yirmiye yirmi santimlik bir Dafne büstünü eline almış seyrediyordu. Yüzü ve ifadesi pürüzsüzdü. Dudaklarının duruşunu dakikalarca izledi. Çok güçlü bir biçim verilmişti, baktıkça insanın içine işliyor, ele geçiriyordu. Arkasına dokunulmamış, öylece bırakılmıştı, pürüzlü, köşeli, biçimsiz, ham haliyle yol kenarında gördüğünüz herhangi bir taş parçasından farkı yoktu.

Onu gören Sabri Bey, gençliğini anımsadı. Paris’in altını üstüne getirdiği birkaç günü. Garibanlıktan ayaklarında derman kalmayana kadar her sokağı karış karış yürümüş, o halde Louvre’a varınca, Michelangelo’ın Ölmekte Olan Köle heykelinin yanına geldiğinde dolanıp dolanıp bir türlü gözünü alamadığı, ayrılamadığı için bir kolonun dibine çökmüştü. Tam karşısında, bir buçuk saat kadar gözünü ayıramadan izlemişti. Tarif gerekirse, bir buçuk saat boyunca şarap içer gibiydi, aralıksız. O tad, başka hiçbir tecrübeye benzemiyordu. Yorgunken açılan duyularından mı Michelangelo’ın dehasından mı bilinmez, estetiğin insana etkisini keşfetmişti; bakmaya doyamıyordu. Uzunca bir süre baktıktan sonra gördü onu esir eden şeyi, kölenin yüzünde esrik bir ifade vardı. Bunu tanıyordu Sabri Bey, piyano çalarken Fazıl Say’ın yüzünde görmüştü örneğin; iş arkadaşı yıllar süren çalışmanın ardından, büyük bir paradigma değişimiyle keşif yaptığı anda, yanındaki masadaydı, belki milisaniyeler sürmüştü ama aynı ifadeydi; karısında, onu mutlu ettiği birkaç özel anda görmüştü, beyin hala kamaşırken, zamana ve mekâna geri dönmeden önce.  Normal insan hayatında kısacık süren ve nadir rastlanan, vecdin ifadesi, yüzdeki onlarca kasın, müthiş ahengine bürünmüş görünümüydü. Belki ölmeden hemen önce insani olan tüm beklentilerden arındığın, evrene ve kendine veda ettiğin o anda, bu ifadenin en duru şekli beliriyordu yüzümüzde. Michelangelo, o uçucu anı mermere kazımış, sonsuzluğa takdim etmişti. 

Sabri Bey’in anlatacağı kimse de fotoğraf makinesi de akıllı telefonu da yoktu yanında. O zaman da insanlar dünyanın dört bir yanından gelip, fotoğrafı alınacak en iyi açı için şöyle bir bakıp çekip gidiyorlardı, arkasını, sağını solunu merak etmeden. Onları heykelin etrafında bulanık, belirsiz hareketler halinde hissediyordu. Fotoğraf çektiğimiz yerlerin hafızamızda daha silik kalmasına karşılık Sabri Bey, hiç bölünmeden yaşadığı o seyri ömrü boyunca unutmayacaktı.

Louvre’da koca bir salon onlarca farklı Venüs heykeliyle doluyken Milo Venüs’ü, etrafında bir insan girdabı oluşturuyordu. Sabri Bey de takılmıştı girdaba, dönüp durmuştu. Sanat tarihçilerinin de tartışma konularından biriydi onun büyüsü -hatta işi, kollarının dirsekten aşağısının olmaması nedeniyle çaresiz göründüğü için çekici olduğu yorumlarına kadar vardıranlar çıkmıştı-. Üşenmemiş, salondaki diğer bütün Venüs’lerle Milo Venüsü arasında mekik dokuyarak karşılaştırmalar yapmıştı; biraz daha kapalı duruyordu, hafif öne doğru, kamburumsu gibi hatta, boynu da dümdüz yukarı uzanmıyor, başıyla birlikte öne doğru bir eğim yapıyordu. Yüz ifadesi zarif bir kendinden eminlik içeriyordu, doluydu. Canlı iki insandan birinin anlamlı, diğerinin boş bir yüzü olması gibi bir fark vardı diğer Venüs’lerle arasında. Sabri Bey, o gün Milo ile diğer Venüs’ler arasında gidip gelerek adını koyamadığı, sorsanız tarif edemeyeceği bir şekilde Milo’nun neden güzel olduğunu anlamış, hayatında ilk kez -tamamen bilinçdışı düzeyde de olsa- “heykelden anlar hale geldiğini” hissetmişti. Kısmet bugüneymiş, nihayet nedenini sorabileceği birine rastlamıştı.

Selva, 

-Dafne’leriniz çok güzel. Neden bir Dafne müzesi açmıyorsunuz?

Usta’nın en büyük hayaliydi kendi müzesinin olması. 

-Para ister…

-Devletten yardım alsanız, sonuçta burayı tanıtıyorsunuz. 

Sahiden heykelleri satın alanların çoğu yabancılardı. Bizimkiler “taşa para vermez” di. Almanya’dan Japonya’ya, İtalya’dan, Hollanda’ya… Efsanenin her anı dünyanın çeşitli yerlerine saçılmıştı. Zaten bu ülkede heykel sanatının başına gelen yolunmuş tavuğun başına gelmemişti. Ucube denip yıkılmış, içine tükürülmüş, bir vazonun yarım yamalak memeye benzeyen kabartısı müstehcen bulunmuştu. Şehir meydanlarına heykel namına, köfte, kavun, bazlama, üzüm, horoz, biber, ceviz, inek, mantar gibi şeyler hatta -affedersiniz- mısır bile dikilmişti. Bu meydanlar, başka ülkelerin meydanlarındaki soyut, algıyı genişleten, sıra dışı formlarla karşılaştırıldığında zihinlerimiz arasındaki birkaç yüzyıllık farklar kendini ele veriyor, insanlığın karnını doyurma aşamasında takılı kaldığımız sırıtıyordu. Memleket heykel yaparak geçimini sürdürmek için bile uygun bir yer değilken devletten güzeller güzeli, üstelik her daim giyinik de olmayan Dafne’nin müzesi için yardım ummak safdillik olurdu.

Neden sonra, Milo Venüs’ünü sordu Sabri Bey, usta önce gülümsedi, başını eğdi, 

-O biraz farklı, Milo Venüs’ü 35-40 yaşlarında. Karın çizgilerinden anlayabilirsiniz. Diğer Venüsler daha genç.

Sabri Bey ne kadar etkilendiğini sayıp dökmeye başladı.

-İlk gittiğimde ben de etkilenmiştim. 

Bu hırpani kılıklı yaşlı adam, iki kez gitmişti Louvre’a.

-Nasıl olur? Etrafındaki onlarca Venüs’le farkı aşikarken?..

-Ben… Batılıların bu “Her şeyin en iyisi bizde” sunumuna güvenmiyorum (Bu duyguda Fransızların Abdullah Usta’nın ailesinin yaptığı el işi mühürleri toplayıp götürmelerine duyduğu kızgınlığın payı da vardı belki, numunelik bile bırakmamışlardı).

-Gözümle görmesem tamam diyeceğim de…

-Diğer Venüs’leri ona göre yerleştirip bir algı yanılması yaratmış olabilirler. 

Sabri Bey, sağda solda anlattığı Louvre’daki “heykelden anlama eğitiminin” görsel algı yanılgısı içermesi ihtimalini fark edince hayal kırıklığına uğramıştı. 

-Milo Venüs’ü gerçekten güzel. Benim demek istediğim o salonda bir algı yanılması yaratmış olabilirler. Yoksa başka başka yerlerde çok daha güzelleri vardır.

-Daha güzel Venüs’ler haaa… 

Belki yer üstünde, bir galeride, belki hala toprağa gömülü… En güzel sandığımızdan daha güzeli… Neden olmasındı…

Kalkarlarken, Usta Selva’ya, 

-Hangi Dafne’ydi o beğendiğin, getir bakalım, dedi.

-Ben işsizim, diye gülümsedi Selva.

-Getir sen getir!

-Yok usta, alamam…

Alırsın alamam derken Sabri Bey içerden getirip Usta’ya verdi büstü. Usta da Selva’nın ellerine tutuşturdu. 

Gururlu kızdı Selva, öyle karşılıksız bir şey almazdı. Teşekkür ederek hemen geri verdi… Demeye kalmadan güzelim büst ikisinin elleri arasından kaydı ve düşmeye başladı…

Anında düşeceği yerin altına ayağını uzattı usta ki ona bile gerek kalmadan havada yakaladı. Bu onun mesleki refleksiydi, onca emek verdiği heykeller kırılmasın diye altına ayağını uzatırdı -ayak parmakları defalarca kırılmış, incinmişti ama ziyanı yok- kaptığı büstü buyuran bir hareketle Selva’nın çantasına koydu.