Beşer Bazen Uzun Şaşar

Hipotetik, deneysel, öykümsü…

LEVANT’IN LEVHALARI 

Delfi Kahini

M.Ö. 1200’lerden önce Parnassus Dağı’nın eteklerine bir tapınak kuruldu; Delfi Tapınağı. Zamanla Yunanlıların en kutsal mabedi haline gelen tapınağı ortasına bir taş koyarak işaretlemiş ve dünyanın merkezi ilan etmişlerdi.

Tapınağın kahini her zaman bir kadındı. Vahiyden önce bodrumdaki bir hücreye iner ve kutsanmış buharı içine çekerdi. Çıktığında, kendinden geçmiş bir halde sorulan soruları cevaplar, ilahi sözler eder, emirler verir, kehanetlerde bulunur, anlaşılmaz mısralar söylerdi. 

Eski Yunanlılar kahinin ilham kaynağının tapınağın tabanından çıkan tatlı kokulu bir gaz olduğunu yazmışlardı ancak 1892’de bölgeyi kazan arkeologlar böyle bir gaza ya da tapınak tabanında bir çatlağa rastlamadılar. 

1950’lere kadar çeşitli bilim adamları ve kaynaklar bu gazın efsane olduğunu belirttiler. 

30 yıl sonra 1981 de Yunan hükümeti bölgenin nükleer reaktör için uygun olup olmadığını anlamak üzere bir jeolog gönderdi. Amaç, gizli yarıkları saptamak, yer sarsıntısı, deprem olasılığını belirlemekti. Jeolog, sağda solda fazlaca gezi turları olunca tur otobüslerinin etrafını dolandığı tepeleri kazarak başladı. Bir yarık keşfetti, takip ettiğinde tapınağın altına uzandığını gördü. Eski hikayeleri bildiğinden “ O buhar, bu yarıktan çıkmış olmalı.” dedi. Arkeoloji literatürüne hakim değildi ve  “Benden önce başkaları da görüp aynı şeyi düşünmüştür.” diye üzerinde durmadı. 

Jeolog, 1995’te Portekiz’de bir Roma kalıntısını gezerken, orda çalışan arkeologla tanıştı. Biraz konuştuklarında kafası dank etti. Akşamına bir Portekiz şarabı açtılar, çatlağı anlattı. Arkeolog, “Yok olum öyle bir şey.” diye başladı ama sonunda işin aslını birlikte araştırmaya karar verip ertesi sene Yunanistan’a gittiler. Çatlağı buldular. Ama öyle büyük volkanik sarsıntılara gerek olacak bir olay yoktu. Antik kuru pınarların açtığı bir çatlaktı ve tapınağın altından geçiyordu. Bu kuru pınarlar da suların daha derinlerden geldiğini gösteren travertenlerle kaplıydı. Buralardan alınan örneklerde metan ve etana rastlandı, bunlar da zihni bulandırabilirdi ancak tatlı kokulu gaz sonradan fark edildi, etilen. Soluyanda bedenden ayrılma şeklinde bir keyif, değişen zihinsel durum, doz arttıkça etkisi de artan hoş bir duygu sağlayan etilen. Bir zamanlar anestezide, hali hazırda sokak çocuklarınca kullanılan etilen. 

Bölge zaten deprem kuşağında. Jeologun düşüncesi geçmişte hafif sismik aktivite bile olsa buharların çıkmasını kolaylaştıracağı yönünde ve sonra geçmişteki sismik aktivitelerini zamanını araştırmaya devam etmiş. Mantıklı da, çünkü Hıristiyanlığın yükselişiyle yıkılan tapınak, Roma İmparatoru tarafından M.S. 4. Yüzyılda yeniden inşa edilmeye çalışıldı ama kahin güçleri yok olmuştu.

Ha niye anlattım bunları; Delfi’de kahinler, en az on iki asır boyunca tanrılar adına konuşarak yönetenlere, halka ve filozoflara cinsel hayatlarından devlet işlerine kadar her şey hakkında akıl verirdi. On iki asır! Tinerci kafasıyla.

İnsan, faylar ve volkanlar

Ne paradokstur ki insanoğlunun yerleşimi için en uygun bölgeler volkanların ve fay hatlarının yakınları olmuştur. 

Volkanik tüflerin içerdiği mineraller toprağın verimliliğini arttırır. Ayrıca bir çok maden yatağı da volkanlara bağlı olarak oluşmaktadır. Bu volkanların yakınlarında güzel sıcak su kaynakları da olur, yeri gelir kar ortasında sıcak su keyfi yaparsın.

Fay hatları ise insanın temel ihtiyaçları olan su ve toprağın geliştiği alanlar olup aynı zamanda morfolojik olarak barınmasına elverişli doğa yapılarının da oluştuğu yerlerdir. Fay zonları boyunca çıkan sıcak ve soğuk su kaynakları, fay hareketine bağlı olarak gelişen kolay işlenebilir toprak alanlarında (alüvyonlar) tarımın yapılabilmesi, hem tarihsel dönemlerde hem de günümüzde yerleşim alanlarının bu yörelerde kurulmasına neden olmuştur. Ayrıca doğal kaynakların yine bu alanlarda oluşması veya yoğunlaşması buraları yaşam için çekici hale getirmiştir. 

Tarih boyunca, mecburen buralara yerleşen insanoğlu da başına bir deprem, sel, yanardağ patlaması, tsunami geldikçe mitolojik açıklamalara sığınmıştır. 

Levha tektoniği

Yerkabuğu yaklaşık 20 civarında olduğu kabul edilen levha(plaka)lardan oluşuyor. Levha tektoniği kuramına göre bunlar 300 milyon yıl önce tek parçayken (Pangea) ayrılıp kıtaları oluşturmuşlar. Amimasyonu şöyle:

https://www.youtube.com/watch?v=Cm5giPd5Uro

Ama bu hareketlilik hiç bitmemiş. Hala birbirine yaklaşan, uzaklaşan kıtalar var. Bütün bu hareketlerin nedeni dünyanın çekirdeğinin radyoaktivite vs. nedeniyle fokurduyor oluşu, iç ısısı yani. Orası ısındıkça kabuk genleşiyor, levha hareketinin enerjisi de buradan geliyor.

Biz kısa ömrümüzde fark etmiyoruz bunları ama dünya kımıl kımıl.  Bu arada, dışişleri, denizciler senede bir kaç cm’lik sınır kaymalarını önemsiyor mu bilmem. Biz sadece bu kıta hareketleri –yani levha tektoniği- sonucu iki kara birbirine çarpar da bir deprem olursa anlıyoruz bu mevzuyu. Yani o zaman da anlamıyoruz da, bizim boyutumuzda algılanır oluyor yerkabuğunun hareketleri. 

Bu çarpmaların biçimine göre deprem oluyor, yarıklar açılıyor, oradan çıkıp soğuyuveren magma ile nur topu gibi yeni karalarımız oluyor; yeni su kaynakları oluşuyor; iki kara kafa kafaya tokuşunca arasında dağlar oluşuyor  –aynı mantıkla Everest hala yükselmekteymiş- ya da bir levha diğerinin altına başını sokup magmaya çok yaklaşırsa o sınırda yanardağlar oluşuyor ve magma da oradan dışarı fırlıyor.

Sonuçta dünyanın alanı sabit olduğundan levha hareketi ile yok olan ve yeni oluşan kara parçaları birbirine eşit bir şekilde seyrediyor ve gezegenimizin ayarı bozulmuyor.

Levant

Fransızca, “ışığın yükseldiği yer, doğu” anlamına gelen kelime Filistin, Ürdün, Lübnan, Sina Yarımadası ve Hatay’ı içeren bölgeyi de imler. Bize göre “doğu” falan değil tabii, olsa olsa “güney” derdik.

Gözünüzde canlanması için; 

Levant jeopolitiği eskiden beri önemli olmuş. Bölgedeki ticaret sistemi M.Ö. 3200’lere uzanıyor. 15-19. Yüzyıllar arasında ticaret açısından değerliymiş; o dönemler İngilizler, Fransızlar, Almanlar arasında Levant için mücadeleler verilmiş. İngiltere’nin başı çektiği kömür çağında Levant önemini kaybetmiş çünkü kömür rezervi az. 1. Dünya Savaşı ile kömürden petrole geçiş yaşanınca Levant’ta eskiden ticaret için olan mücadele yerini enerji için mücadeleye bırakmış. Çünkü Kerkük petrollerinin %95’i Levant’tan Doğu Akdeniz limanlarıyla Avrupa’ya taşınıyor. Eskiden İpek Yolu üzerinde iken, şimdi Ortadoğu ve Hazar hidrokarbonlarının Avrupa’ya naklini sağlıyor. Özetle enerji her yere Levant’tan gidiyor. Levant’ta olan her şey dünya jeopolitiğini de etkiliyor. 

Benim ilgilendiğim kısmı ise bunlar değil; Levant’ın levhaları. Levant, Afrika, Arabistan ve Avrasya levhalarının birleştiği yerde ve aktif tektonik yapıya sahip şiddetli bir deprem bölgesi. Dünyanın en büyük kırığı buradan geçiyor. Tarih boyunca çok şiddetli ve yıkıcı depremler, tsunamiler olduğu gibi günümüzde de dünyanın en büyük kırığı burada ve bize yavaş da gelse hareketli. 

Doğu Akdeniz, her açıdan büyük doğa olaylarına açık durumda. Hellen Yayı denen, ta Yunanistan’da, Kıbrıs’ta, Girit’te olan depremlerin tsunamilerinden etkileniyor, deniz içindeki aktif volkanlardan (Santorini, Columbos gibi) etkileniyor. Ayrıca Eratosthenes ve Anaksimander deniz dağlarıyla da ilişkili bu bölge. 

Özetle Levant defalarca yıkıcı depremle sarsıldığı gibi kıyıları da defalarca başka depremlerin tsunamileriyle dövülmüş. Ortalama 150- 200 yılda bir böyle büyük doğa olayları yaşamış, ödül olarak da magmanın gün yüzü görmemiş mineralleriyle, gazlarıyla beslenen toprağı ve deniziyle biyolojik çeşitlilik açısından bambaşka bir diyar haline gelmiş.

Kızıldeniz

Dibi Alice’in Harikalar Diyarı gibi olan, rengarenk su altı canlılarıyla dalgıçlara görsel ziyafetler sunan eşsiz deniz.

Yerkabuğunu meydana getiren levhaların birbirlerinden karasal olarak uzaklaşmasıyla oluşan yarılmalar geleceğin okyanuslarının ilk adımlarıdır. 

Atlas okyanusu 200 milyon yıl önce yoktu mesela. 20-30 milyon yıl önce de Afrika ve Arabistan tek parça idi, Kızıldeniz yoktu. Bu iki levha ayrılıp da ayrılan yerden çıkan magma ile tabanı beslenen Kızıldeniz oluşunca dünyanın göbeğinden çok çeşitli canlıları besleyecek mineralce zengin sıvılar da deniz tabanına taşındı. Kızıldeniz ortasındaki bir yer altı kırığı boyunca Arabistan levhasıyla Afrika kıtası hala birbirinden uzaklaşıyor. Yani Kızıldeniz sürekli genişliyor. Aradaki boşluğu da dipten gelen bazalt bileşimli magma dolduruyor. Bu arada tabana ulaşan mineralden zengin eriyikler de deniz ekosisteminin beslenme zincirinin ilk halkasını oluşturan tek hücreli canlılar, 1. üretici konumunda olan bitkisel planktonlar için lezzetli yemekler sağlıyor. Bu ilk halkanın olması diğer canlılar için de yaşam yolunu açıyor. Kızıldeniz bu özellikleriyle yerbilimciler için yeni oluşmaya başlayan bir okyanusun ilk hali gibi.

Levha hareketleri nedeniyle günümüzde devam eden okyanus oluşum süreci Hatay-Doğu Afrika arasında yaşanmaktadır. Hatay’dan başlayan yarıkta Asi Nehri, Şeria Nehri, Taberiye Gölü, Lut Gölü,  Vadi Araba, Akabe Körfezi, Kızıldeniz, Afar,  Doğu Afrika gölleri çanağı yer alır. 

Lut Gölü

Kudüs’ün az doğusunda, içindeki yüksek tuz oranı nedeniyle canlı yaşamadığından “Ölüdeniz” olarak da anılan iç deniz. Tabanı dünyanın en derin yeridir. Magmaya en yakın olan yerdir. Bu yüzden de her mevsim sıcaktır. Dünyanın en büyük kırığı üzerinde bulunur. Fay hattının hareketine bağlı olarak Lut Havzası’nın suyla dolmasıyla oluşmuştur.

Düşük rakımdan dolayı dünyadaki en tuzlu su buradadır. Okyanuslar %3 oranında su içerirken Lut gölü %30 oranında içerir. Bu yüzden batamazsınız ve üzerinde gazete okuma keyfi yapılır. Ölüdeniz, dünyadaki herhangi bir denizden elde edilen minerallerin dokuz katı mineral içerir. Bunlar, magnezyum, potasyum, kalsiyum klorit, bromit, demir, manganez ve sülfür bakımından çok zengindir. Hiçbir yerde bulunmayan mineraller içerir, ne de olsa magmaya yakın. Bu yüzden dibi siyah balçıkla kaplıdır. Buradan elde edilen çamur cilde faydalı olduğundan kozmetik sanayisi fırsatı kaçırmamıştır. Dünyanın en önemli potasyum kaynağı burası, ayrıca Mg, Br, Cl fabrikaları da var.

Dünyanın en büyük kırığı üzerinde demiştik. (Fay Kızıldeniz’in sağ boynuzundan Lut’u geçip Hatay, Kahramanmaraş oluğunu izleyerek Güneydoğu Torosların kuzeyinden Doğu Anadolu’ya uzanır.) Gölü doldurması muhtemel kırık da denizin üst tarafında Kudüs’e yakın bölgede. Google’dan bakınca gölün etrafı çorak görünüyor. Pek yerleşim yeri ya da yeşillik yok. Kuzeyde Amman, batıda Kudüs. Kudüs yeşil duruyor. Deniz börülcesine tuz gerekmemesi mantığıyla bakarsak orda yetişen bitkilerin mineral içeriği çok başka olsa gerek dünyanın diğer yerlerinden. Nehirlerin, kaynak sularının volkanizma ürünü olmasından mütevellit suyu da bir başkadır sanırım.

Tiberias (Taberiye Gölü)

İsrail’de Lut Gölü’nün kuzeyinde, Ölüdeniz kırığı üzerinde bir göl. Yerleşimi şöyle;

Antikçağlardan beri ciddi depremlerle sarsılmış. Lut Gölü’nden sonra dünyanın en alçak ikinci noktası. Konumu itibariyle burada da acayip mineraller ve mineral oranları olması muhtemel. İsrail’deki en büyük tatlı su gölü. İsrail’in yer altı suları tuzlu olduğundan içilemiyor. Ancak denizden ve en çok da Tiberias Gölü’nden arıtarak kullandıkları suyu içiyorlar.  Arıtma sırasında minerallerin %1 bir kadarı filtreden kaçıyormuş.  Ama bu suyu içilmez yapmıyor. Sadece içeriği bizim sulardan biraz farklı olabilir. 

Hatta bu tuzluluk yüzünden İsrail’de topraklar tarıma elverişli değil, sadece üst 30 cm’lik kısımda ekim yapılabiliyor ve yine arıtılmış deniz suyu kullanıyorlar sulama için. Buna rağmen gelişmiş tarım teknolojileri ile mucizeler yarattıkları söylenebilir.

Kudüs Sendromu

Literatüre bu isimle geçen nevi şahsına münhasır bir psikiyatrik bozukluk. Ortaçağdan beri varmış. Özelliği şu, oraya dini ya da turistik amaçla giden insanlarda birkaç gün içinde psikotik (bildiğiniz delilik hali) belirtiler başlıyor. Hezeyanlar dini içerikli oluyor ama gelen ziyaretçinin dinine göre içeriği değişiyor. Malum Kudüs üç semavi din için de kutsal bir yer. Küçücük bir alanda Hz. Süleyman’ın yıkılan mabedinden kalan Ağlama Duvarı, Hz. Muhammed’in göğe yükseldiği (Miraç) Muallak Taşı, Hz. İsa’nın gerileceği çarmıhı sırtında taşıdığı Çile Yolu ve çarmıha gerildiği yer bir arada. 

Sendroma yakalanan ziyaretçi Müslümansa kendini haçlıları karşılayan Selahaddin Eyyubi, Hıristiyansa Hz. Meryem, İsa Mesih ya da havarilerinden biri, Museviyse Hz. Musa sanmaya başlıyor, ona göre davranıyor, konuşuyor, giyiniyor, vaazlar veriyor. Ama en çok Protestan Hıristiyanlarda görülüyormuş. Tıp dilinde “büyüklük sanrısı” denen durum. Dinle ilgili obsesif düşüncelere de kapılıyorlar bu sendromda. İlk belirtilerinden biri gruptan ayrılıp Kudüs’ü yalnız dolaşma isteği ki rehberler buna alışkın olduğundan yalnız dolaşma heveslilerini hastaneye yönlendiriyormuş. Diğer tipik belirtileri, sık yıkanma, saç ve tırnak kesme, beyaz giyme eğilimleri.

Önceden şizofren olanlarda da görülebiliyor ancak daha önce hiç böyle bir hikayesi olmayanlarda da ilk atak olarak ortaya çıkabiliyor. Özellikle de şizofreniye gizli bir eğilim varsa. Ortalama yılda 150 kişi yakalanıyor buna, Kudüs doktorları alışmış bu duruma. Genellikle birkaç gün sürüyor, oradan gittiklerinde de –utanç dolu anılar bırakarak- düzeliyor. Bazılarında ise kalıcı oluyor.

Çeşitli yorumlar var. En olası açıklamadan başlayalım; zaten dinle ilgili çok yoğun –ve belki patolojik düzeyde-  duyguları olanlar burayı ziyaret etmeye daha meyilli. Bir diğer açıklama ortamın havasından etkilenmek; her tarafta uygulanan dini ritüeller kişiyi etkisi altına alabiliyor. Bir tür sosyal bulaşıcılık yani. Benim yorumum bunlardan farklı, ancak bilimkurgu tanımı içinde değerlendirilebilir. 

Organik psikoz

Psikoz, gerçeği değerlendirme yetisinin bozulduğu hastalık grubu, nam-ı diğer delilik. Şizofreni, manik-depresif bozukluk, doğum sonrası psikozu gibi bir dolu türü var. Bir de organik psikoz alt grubu var ki, bazı tıbbi durumlarda, zehirlenmelerde, madde kullanımlarında görülebiliyor. Beyin tümörleri, enfeksiyonlar, uyarıcı madde( amfetamin, halüsinojenler vs.) kullanımı… 

Benim ilgimi çekense,   kanda çok hassas bir dengesi olan elektrolit bozukluklarına bağlı psikozlar. Kandaki kalsiyum, potasyum, sodyum, magnezyum düşüklüğü ya da yüksekliği. Psikoz belirtilerine yol açabiliyor. Kan şekerindeki yükselme ve düşmeler de öyle. Ya da B1, B3, B12 vitamini eksikliği, vücutta bakır birikimi olan bir hastalıkta da psikoz görülebiliyor. Tiroid hormonunun kanda fazla ya da az olduğu durumlarda da. Yani akıl sağlığımız sadece psikolojik parametrelere değil, vücudun özenle sürdürdüğü ince ayarları yapılan fiziksel bir dengeye de bağlı. 

Paylaşılmış Hezeyan

Baştan söyleyeyim bence din, beynimizin gelişimi ve düşünüş örüntülerimizle yan yana evrimleşmiş, insan varoluşunun ayrılamaz bir parçası. En azından şu ana kadarki durum bu. 

Ancak ateizmi bir ruh hastalığı olarak görenler olduğu gibi, “Din bir psikoz mudur?” diye soran, “Tanrı en büyük paylaşılmış hezeyandır.” diye düşünenler de var. Paylaşılmış hezeyan, gerçekte olmadığı halde bazen bir kaç kişi, bazen de kalabalıklarca –örneğin şıhıyla ruhsal iletişime geçen müritler- inanılan şeyler.

Bu soruları ben de gençliğimde bir psikiyatriste sormuştum. Hiç beklemediğim bir cevap verdi. “Bu kadar kanırtmaya gerek var mı?” Bence haklıydı. Psikoz olsa ne yazar, tanımların ne önemi var. İnsanların sığındığı bir limanı yıkmaya çalışmanın ne alemi var. İnsani olarak psikiyatristle aynı noktada duruyorum. Ancak merakım ve sorgulama eğilimim başka bir yöne gidiyor. Hiçbir saygısızlık yapmak niyetinde olmadığımı belirterek, bilimkurgu denememe devam ediyorum. 

Bir gün –belki yarın belki yarından da yakın bir gün- jeoarkeologlar, tıbbi jeologlar, toksikologlar, nöroteologlar vb. bilim adamları Kudüs ve çevresinin insan bedenine ve beynine etkilerini inceleyecek kanıtlar bulsa, oranın havasında, suyunda, belki manyetik alanında insan psikolojisini değiştirecek somut bir şeyler saptasa, son 2300 yılımız da Delfi Kahini’ne danışan antik uygarlıkların trajikomedisine döner miydi?

2016, Eskişehir