Öne Çıkan

Dolgudan Korkulur mu?

Dolgu maddelerinin yüze enjeksiyonları estetik tıbbın en sevilen taraflarından birisi. Yine de bazı kişilerin dolgu lafını duyunca korktuğunu gördüğüm için bu korkunun nedenleri üzerine -gayet haklı olan ve bazen de sadece bilgi eksikliğinden kaynaklanan nedenler bunlar- yazmak istedim.

Dolgu etkisi geçince yüzüm eskisinden kötü olur mu?

Cildin kendisine yapılan dolgu maddeleri aksine hyaluronik asitin etkisiyle onarıcı bir etki gösterir ve cilt kalitesi o bölgede eskisinden de iyi olur. Yüzdeki hacim kaybını yerine koymak için yapılan daha derin dolgularda ise etki geçince en fazla eskisi gibi olur (ve öyle olacağını söyleriz) ki pratikte çeşitli nedenlerle bundan daha iyi sonuçlar görüyoruz. Burada fazla miktarda dudak enjeksiyonlarının yıllarca tekrar tekrar yapıldığı hastalarda farklı bir durum mevcut; dudak anatomisini aşırı zorlayarak yapılan dolgularda ki maalesef fazlaca görüyoruz etrafta, sonrasında deformasyon gelişme ihtimali var.

Dolgu yaptırmak tehlikeli midir?

Dolgu enjeksiyonu mutlaka tecrübeli bir hekim tarafından yapılması gereken, çok nadir olmakla birlikte ciddi yan etkileri olabilen bir uygulamadır. Ancak bu riskler ihtimal olarak çok düşüktür ve bizler bunu daha da aza indirmek için uğraşırız. Ben de, ucu künt kanül kullanarak, iğne kullanıyorsam her seferinde damar kontrolü yaparak, yavaş çalışarak, bölgeye uygun dolgu malzemesini seçerek, işlem öncesi ve sonrası ultrasonla kontrol ederek uygulamayı olası en güvenli hale getirmeye dikkat ediyorum.

Hangi dolgular daha güvenli ?

Bildiğimiz en güvenli dolgular geçici olan FDA onaylı hyaluronik asit dolguları çünkü istenmeyen bir etki ortaya çıkarsa “Hyaluronidaz”adlı enzimle eritebiliyor ve etkiyi geri çevirebiliyoruz. Bunun yanında FDA onaylı olan yarı kalıcı dolgular da var, sonuçları da güzel ancak bunu asla uygulamam diyen hekimler de var bir o kadar. Yarı kalıcı dolgularda tartışma şu; içinde geri çeviremeyeceğimiz maddeler var yani ciddi bir yan etki durumunda çaresiz kalabiliriz. Burada kesinlikle yapılmaz demek doğru olmaz ama ben de dahil olmak üzere “Ben yapmam arkadaş” diyen pek çok hekim var.

Etrafta çok şişmiş yüzler görüyorum, dolgu doğal bir uygulama değil.

Dolgu enjeksiyonları doğru şekilde uygulandığında onu göremez, fark edemezsiniz zeten. Sadece kişiyi önceden tanıyanlar adını koyamadan “bir şeyler olduğunu” anlayabilir bazen. Dolgu uygulanan kişinin kendine özgü anatomisi, yaşlanma paterni ve yüzünün hatta bedeninin geri kalan kısmının bütünü göz önünde tutularak yapıldığında sadece zamanla eksileni günümüzdeki haline yakışacak şekilde yerine koymak, yüzdeki yapıların dengesini sağlamak anlamına gelir. Dolgu mimiklere etki etmez ancak abartılı yapıldığında cildi de alttan sıkıştırarak doğal olmayan bir sonuca neden olabilir.

Uygulayıcımın yüzü aşırı şişkin, beni korkutuyor, öyle mi olurum?

Daha önce bir yazımda uzun uzun anlattığım “Beden Algı Bozukluğu” hastalığı maalesef kozmetik/estetik sektörü profesyonellerinde de yaygın. Hatta İngiltere’de yapılan bir ankette uygulayıcılardaki oranı hastalardan yüksek çıkmış (%14 kadar) . Bunu siz de basından, sosyal medyadan ya da görüşmeye gittiğinizde ayırt edebilirsiniz. O kişinin normal kabul ettiği görüntü odur ki kendisi de öyledir. Estetik anlayışı size yakın olan bir başkasını arayabilirsiniz ( bu konuda zevki benzer olan hastalar ve doktorlar her zaman birbirini bulurlar). Gençlik fetişi ve sosyal medya toplumu öyle cendereye aldı ki maalesef çok aklı başında insanlar da bu yoğun baskı karşısında savrulup gidebiliyor.

Naturel yapmıyorum diyen yok!

Bakın bu çok ilginçtir; yanaklarınızı 50 yaşında ponçik ponçik, kaşlarınızı kanatlarını kaldırmış kartal gibi, dudaklarınızı aşırı dolgun ve çıkık (ben diyeyim ördek, siz deyin balık), burun kökünüzü avatar gibi yayvan ve dolu, çeneninizi cadı gibi sivri yapan biri de “naturel bir kaç dokunuş” yaptığını söyleyecek size. Bunun nedenlerine bakalım.

Ne Bekliyonuz?

Bizim kültürümüzde ve eğitim sistemimizde estetiğin, insan figürlerinin ve oranlarının yeri çok az oldu hep. Uygulayıcılar da hastalar da bu konunun cahili. Ressam Orhan Albaş, Alibeyköy’de bir meydana çirkince bir mısır heykeli diktiğinde kendisiyle yapılan söyleşide içinde büyüdüğümüz toplumu kast ederek “Ne Bekliyonuz?” demişti 🙂

Algı Kayması etkisi

Sadece bizde değil, Batı toplumlarında da abartılı estetik uygulamalara göz alıştı ve normalin o olduğuna dair bir algı kayması başladı. Ancak bu durum Doğu toplumlarında çok daha fazla ve “çirkin” denebilecek görüntüler yaygın ne yazık ki.

Durmayı bilmemek

Dolgunun kararında olanıyla fazlası arasındaki çizgi ince. Hastalarımız dolgu yaptırdığında yüzdeki değişim onları öyle hoşnut ediyor ki bazıları bir süre sonra o hissi tekrar istiyorlar. Böyle tekrar tekrar yapılan enjeksiyonlarda hem algı kayması yaşanıyor -o hafifçe dolgun yüz norm haline geliyor- hem de kuvvetle tekrar isteniyor. Bu durumlarda bir profesyonelin “Duralım, bu kadar yeterli.” demesi gerekiyor. Bazen hastanın psikolojik baskısı bazen de ekonomik nedenlerle “Duralım” diyemeyebiliyor uygulayıcı.

Sınırlarını bilmemek

Her hekim her kozmetik probleme çare olamayabilir. Gerektiğinde başka hekimlere yönlendirmeyi bilmek gerek. Aşırı sarkmış bir göz kapağı için operasyona göndermek gerekiyorsa gönderilmeli. O yanaklardaki, her yerde gördüğümüz aşırı şişkinliğin nedeni, çene hattında opreasyon gerektirecek boyuttaki sarkmaların yukarı tarafa yani yanaklara dolgu “basarak” düzeltileceği yanılgısı. Bazen buna “Siz yapıverin.” diyen hastanın psikolojik baskısı da neden olabiliyor, benim de böyle kırmayayım diye başlayıp pişman olduğum bir kaç vakam oldu, çok daha katı ve net olmak gerektiğini öğrendim onlardan.

Yüzün yorumlanmaması, herkese aynı teknik uygulanması

En yakındığımız durumlardan biri gittikçe herkesin birbirine benzemesi. Oysa her yüz ve anatomi biriciktir. Kimi yüzlerde feminen, kimi yüzlerde maskülen özellikler baskındır. Kiminin gözleri ayrıktır, kiminin ağzı geniş, kiminin alnı dardır, kiminin çenesi küçük… Her yüz kendi başına değerlendirilip tedavi edilmeli. Süslü sözlerle “face couture” diyorlar buna, yani kişiye özel yüz tasarımı. Elbette uygulayıcının teknik repertuarı da geniş olmalı ki kime ne uygunsa ona göre farklı yaklaşım geliştirebilsin.

Hastaların soruları ve korkuları üzerinden aklıma gelenleri yazdım. Ben zaman geçtikçe dolguda abartılı uygulamaların, ponçik yanakların, aşırı dolgun dudakların modasının geçeceğini düşünüyor ve umuyorum. Benim için dolgu enjeksiyonları, özellikle de kırk yaş üzeri kadınlarda yaşlanan yüzün yeniden şekillendirilmesi mesleğimin en sevdiğim kısmı.

Öne Çıkan

Yaşlanırken Yüzümüze Neler Oluyor?

Bize; kırışıklık, yorgun görünüm, yaşlı görünüm, sarkma gibi şikayetlerle başvuran kişilerin çoğu kez sorunun kaynağı ya da nasıl giderileceği hakkında bilgileri -doğal olarak- eksik oluyor. Gözümüz karşıdaki yüzde bilinçdışı olarak bir denge arar, bu nedenle kozmetik uygulamalar sırasında doğru hedefe yönelmek ve yüz bütününün ahengini gözetmek yaptığımız işin doğal görünmesini sağlıyor.

Yaşlanma karmaşık bir süreç ve yıllar içinde yüz yapısının her katmanında değişikliklerle seyrediyor. Yüz iskelet kemikleri, kasları, yağ ve bağ dokuları ve en üstte de cilt hep birlikte değişiyor. Yaşlı bir yüz, oranları ve dokuların yerleri değiştiği için, yanıltıcı olarak olumsuz duygulara (sinirli, yorgun, endişeli, mutsuz vb.) sahipmiş ifadesi gösteriyor.

Yaşlanma anatomisi, tıp camiası için aktif ve araştırmaların sürdüğü bir alan. Yeni bilgiler yeni teknikler doğuruyor ve estetik uygulamalar gün geçtikçe daha doğal sonuçlar veriyor. Eskiden sarkan fazla cildi alıp yüzü germe ve yüzeydeki kırışıklığı giderme odaklı yapılan gençleştirme uygulamaları şimdilerde yüzün bütün katmanlarında üç boyutlu değerlendirmenin ve uygulamaların yapıldığı, gölgelerin dahi gözetildiği, neredeyse “doku heykeltıraşlığı” diyebileceğimiz; bilimin ve sanatın birbirine karıştığı bir hale evrildi. İşlem sırasında gençlik konturlarını da yaşlılık kıvrımlarını da aklımızda tutarak bir denge kuruyoruz.


Yüz üçgenleri: Genç bireyde belirgin elmacıklarla tabanı yukarıda bir üçgen görünümü olurken yaşlandıkça üçgen tersine döner.

Bizler yüzü anatomik, estetik, fonksiyonel vb. alt birimlere ayırarak inceleriz. Bu ayrımlardan esinlenerek yüzü bölümlere ayırarak yaşlanma bulgularını yazacağım. Yazdıkça site içi bağlantılarla ekleyeceğim:

  1. Yüzün tabakalarında yaşlanma: Kemikler, kaslar, bağlar, yağ yastıkçıkları, deri katmanları
  2. Alın ve şakakların yaşlanması
  3. Göz çevresi yaşlanması
  4. Yanaklar ve orta yüz yaşlanması
  5. Dudaklar ve ağız etrafı yaşlanması
  6. Çene ve çene hattı yaşlanması
  7. Çene altı (gıdı) ve boyun yaşlanma bulguları
  8. Burun ve çevresi, kulak

Öne Çıkan

Neler Yapıyorum?

 

Tanısal İşlem, Tedavi ve Kozmetik Uygulamalar

  • Botulinum toksin enjeksiyonu (Botox): Yüz ve boyun kırışıklık ve el/ayak/koltuk altı aşırı terleme tedavisi
  • Dolgu maddeleri enjeksiyonu (Hyaluronik asit geçici  dolgular: Juvederm/Restylane/Teosyal/Boletero): Göz altı çöküklüğü, burun kenarı çizgileri, ağız kenarı çöküklüğü, kaş çatma çizgileri, elmacık kemikleri ve yanak, şakaklar,  kaş kaldırma, dudak/ burun/çene hattı ve çene şekillendirme, derin çöküklükler ve ince çizgiler
  • Hyaluronik asit mikro enjeksiyonları ile yüz, boyun ve el nemlendirme, elastikiyet ve gerginlik artışı
  • Kimyasal cilt soyma (peeling) tedavisi: Leke, akne izleri (leke ve çukurcuklar), cilt canlandırılması, genişlemiş gözenekler, vücut çatlakları, pütürlü cilt yapısı
  • İp asma ile yüz germe (örümcek ağı): Yüz, gıdı, boyun sarkmalarının toparlanması, cildin kollajen sentezinin, tonusunun artırılması
  • PRP (Trombositten zengin plazma): Cilt gençleştirilmesi, leke, saç dökülmesi
  • Mezoterapi: Selülit, cilt canlandırılması (yüz, boyun,el) cilt sarkması (yüz, boyun, kol ve bacak içleri, karın) leke, saç dökülmesi ve cansızlaşması, göz altı torbalanma ve morlukları
  • Bölgesel yağlanma tedavisi: Gıdı küçültme, karın, basen vb. bölgesel yağlanmalarda lipolitik enjeksiyonu ve sıkılaştırma
  • Jalupro yüz enjeksiyonu ve göz çevresi enjeksiyonu
  • Somon DNA enjeksiyonu
  • Kollajen enjeksiyonu (Nithya)
  • Gençlik Aşısı (H 100 Plus)
  • Dermaroller ve dermapen: Akne skarları, antiaging, deri çatlakları, göz kenarı kırışıklık, göz altı morluk ve torbalanmalar
  • Kriyoterapi: Dondurma ile siğil, nasır, hemanjiom, et benleri, güneş lekesi, seboreik keratoz vb. lezyonların tedavisi
  • Elektrokoterizasyon: Elektrik akımı ısısından yararlanılarak lezyonların yakılarak tedavisi (siğil, et beni vb.)
  • Dermatoskop ile ben muayenesi ve takibi
  • Punch Biyopsi: Deri lezyonlarının kesin tanısı için yapılan hastadan örnek alınması işlemi
  • KOH (potasyum hidroksit) yöntemi ile hastada mantar aranması (mikroskopik bakı)
  • Molloscum contagiosum ekstirpasyonu (lezyonların çıkarılması)
  • Komedon ekstraksiyonu: Siyah nokta ve beyaz başlı akne lezyonlarının temizlenmesi
  • Wood lambası muayenesi
  • Paterji testi
  • Saç yapısı mikroskopik incelemesi
  • Deri lezyonları küretajı
  • Lezyon içi ilaç enjeksiyonu: Kistik akne, saçkıran, keloid, hipertrofik skar, hipertofik liken, şark çıbanı,  hidradenitis supurativa, ağız içi aftöz ülser vs. deri hastalıkları
  • İyi huylu deri lezyonu shave eksizyonu
  • Subsizyon: Çökük akne izlerinin fibröz bantlarının kesilerek serbestleştirilmesi

Tanı ve Tedavi Hizmetleri

  • Akne, Rosacea
  • Mantar hastalıkları (saç, tırnak, vücut)
  • Derinin viral hastalıkları (uçuk, zona, molloscum, HPV, siğiller)
  • Derinin bakteriyel hastalıkları
  • Paraziter hastalıklar (uyuz, bitlenme)
  • Böcek ısırıkları
  • Egzamalar (atopik dermatit, alerjik dermatit, irritan dermatit, seboreik dermatit, numuler dermatit, dizhidroz)
  • Sedef hastalığı
  • Ürtiker (kurdeşen) ve alerjik deri hastalıkları
  • Cilt kuruluğu
  • İlaç döküntüleri
  • Benler, damarsal tümörler, kistler
  • Deri kanserleri
  • Güneş alerjisi, güneş yanıkları
  • Pigment hastalıkları: Doğum lekesi, vitiligo
  • Cinsel yolla bulaşan hastalıklar: HPV (genital siğil), frengi, genital uçuk vb.
  • Saç ve kıl hastalıkları: Saç ve kıl dökülmeleri, aşırı kıllanma, saçlı deride kepeklenme, kıl dibi iltihabı
  • Tırnak hastalıkları
  • Aşırı terleme
  • Ağız içi aftlar
  • Behçet hastalığı
  • Nasır ve deri kalınlaşmaları
  • 1.ve 2. derece yanıklar

Ve diğer deri hastalıkları…

UFP NEE

Selva, Habib-i Neccar’ın karşısından eski Antakya’ya, gizemli evlerin, çocukluk anılarının olduğu dehlize daldı. Sokaklar küçük geliyordu adımlarına oysa çocukken ne de uzar, yorardı. Kentin rüzgârını dolaştırıp, güneşin yakıcılığını azaltan, yaz kış esen sokaklar daracıktı. İki, taş çatlasın üç metreye varan, labirent gibi, pek çoğu sonunda çıkmazla biten, ortasında yağmur sularının akması için on beş yirmi santimlik oluklar olan… Akşamüzerleri bazen korkar, koşarak geçerdi, bir de kurban bayramlarında korkardı. Evlerin avlusundan çıkıp oluklarda birleşen kıpkırmızı sular akar, kan kokardı. Şimdi sakin, özlemle, anımsamayla, kendiliğinden ilerliyor, ayağının altında oluğa doğru iki yandan alçalan yolun eğimini, yanlardan üstüne gelecekmiş gibi duran penceresiz -mimarların “sağır” tabir ettiği- duvarların dönemeçlerini, engebelerini tanıyan bir şey var içinde. Bedeninin yıllar önce geçe geçe alıştığı…

Bir yabancı girse bu sokağa, içinden nerelere varıldığını aklından geçiremezdi. Masalların kapıları gibiydi Antakya evlerinin kapıları. Her birinden ayrı bir dünyaya açılırdınız. Eskiden, Selva’nın babası çocukken, sabah namazından yatsıya kadar açık durur, kimse de kimseyi rahatsız etmezdi. Eve en son gelen, kapıyı kapatırdı ama o zaman bile kilitlenmezdi. 

Çıkmazın başına geldiğinde ayakları, eski bir alışkanlıkla taş çıkıntısını atladı ki, kendi bile buna şaşırarak geri dönüp baktı. Ailesinden kalan tek kişiydi Peri Hala, herkes onu teker teker terk etmişti. Her kayıpta kökleri kurudu, aynaya baktığında benzediği insanlar birer birer yok oldu. Peri Hala’nın çocukları yurt dışına gitmişti, pek de ısınamadığı halde altmış yılını yan yana geçirdiği kocasından ölene kadar ayrılmamış, şimdi ömrünü geçirdiği çıkmazda babadan kalan koca avlulu evde tek başına yaşıyordu. 

Yeşile boyanmış, taş kemerli dış kapıyı gördü, açıktı. Madeni levhalarla kaplıydı, iri başlı çivilerle sağlamlaştırılmış, ayağına taştan bir ağırlık konmuştu. Küre tutan bir el şeklinde, dökme demirden yapılmış şakşağa uzandı, kendine çekti, tereddüt etti; sürpriz yapmayı tercih edip yavaşça bıraktı. Kemerin altından girip daracık, uzun loş bir geçitten sonra kapalı duran iç kapıyı ittirdi. Çocukken bütün gücünü alan bu işlem için fazlaca abanınca kapı birden açıldı: Ağaçlar, çiçekler, ortada zamanı hafifleterek şırıldayan mermer havuz, su kuyusu, koşturan kedileri, dolaşıp duran kaplumbağaları, kuşlarıyla kocaman bir avlu.  İki bin yıldır aynıydı; geniş, yeşil bir avlu etrafında yerleşmiş odalar, dışarıyla ilişkisi olmayan ama her daim gökyüzüyle, havayla temas halinde, içe dönük, mahremiyet sığınakları. Havuş denirdi avluya; başka bir şeydi, balkon değil, teras değil, veranda değil, bahçe değil… Gök gürler yağmur yağardı havuşa, güneş dolardı. Bulutlar, yıldırımlar görünür, mevsimler değişir, günle gece döner, kuşlar konup kalkardı. Penceresiz yüksek duvarlarla çevrili, dışarıdaki dünyadan kesip koparılmış müstakil bir mekan, dışarıda akan zamandan kesip alınmış müstakil bir zamanı vardı buranın. Orada oturup dinlendikçe daha da yavaşlayan değişik bir zamandı. Yapraklar hışırdar, kediler oynaşır, havuzun suları mırıldar, gölgeler kayar, sohbetler akar, iri taşlardan serinlik yayılır, mutlaka geçmiş anılıp bugüne davet edilir, uyuşan ayaklar değiştirilir, bunca devinime rağmen yine de zaman durmuş sanırdınız, öyle yalıtık bir yerdi havuş. 

Yavaşça adımlamaya başladı, nem kokusu vardı, iri kesme beyaz taşların arasında yeşil yosundan şeritler oluşmuştu, mutfaktan Antakya’ya özgü malzemelerin karışımından oluşan bir koku geliyordu, manzaranın ortasında kuyuyu fark etti; bir gün temizlemek istedilerdi de dört kamyon dolusu şey çıkmıştı içinden. Şey, yani; yasak kitaplar, evraklar, silah, annesiyle babası ayrıldığında atılan aşk mektupları, çalındığını sandığı oyuncağı… Evin belleğiydi kuyu, Selva’nın belleği gibi derin, bölük pörçük, tıka basa dolu.

Avlunun öte yakasından, odadan çıkan halası bir yandan örtüsünü düzeltiyor diğer yandan odanın ışığının avluya vuran loşluğunda gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu, iyiden iyiye yaşlanmıştı. Meraklı gözlerle birkaç adım attı, genç kadın karşısında dikiliyordu.

-Hoş geldin evladım, insan bir ses eder, korkuttun. 

-Hala, ben Selva.

Peri Hala lambayı yaktı, yaklaştı…

-Selllvaaaaa!!!

Selva, adının aslına uygun söylenişini bile unutmuştu duymaya duymaya. “l” üzerinde belirgin bir vurgu, açık, uzun bir “a”. Sarıldılar, halası sıkıp suyunu çıkaracak gibi, yaşından beklenmeyecek bir güçle sardı, bağrına bastı, öpüp kokladı Selva’yı dakikalarca. 

-Yimek yidin mi?

-Yorgunum hala, canım istemiyor.

-Olur mu yavrum! Yoldan geliksin. Oruk var düneyin açıktım. Çay da var teze.

Kolundan tuttuğu gibi eşikten içeri attı Selva’yı. Bir zamanlar banyo yaptığı eşikte ayakkabılarını çıkardı, yukarı çıkıp sedire oturdu. Her şey eskisi gibiydi, beş yılda bir yenilenen evlerin aksine. Sek sek oynadığı göbekli halı, kırmızı gri yer karoları, odadan alçak olan eşikliğin yıllardır basılmaktan aşınmış, hatları yumuşamış mermeri, üzerinde kilim örtülü alçak sedirler ve onların içleri ot dolu sert minderleri, yüksek mi yüksek tavan, ahşap oymalı tavan işlemeleri, üzeri kemerli, iri pencereler, ince taş işçiliği ile fanus takası, duvarda tavana yakın bir yere verevine asılı, düşecekmiş gibi görünen -yıllardır sapasağlam duran- boy aynası, ahşap oyma kapaklı yine üzeri kavisli gömme dolaplar… Odaya sinmiş ahşap kokusunu duydu. Birkaç derin nefesten sonra kalktı, elini gezdirdi odadaki eşyaların üzerinde. Evden eve taşındığı kiracılık hayatı boyunca, hızla değişen görüntülerin, eşyaların, mahallelerin aksine burada her şey yerli yerinde duruyordu. Bedeninin tanıdıklığı burayı bir yuva, vatan gibi hissettiriyor, gördüğü her desen, temas ettiği her doku onu sarmalıyordu. Orada bulunmaktan öte bir şeydi bu; ev onu içine çekmişti, bastığı halının yün dokusu ayaklarını, kıvrımlarına dokunduğu pencere elini, dayandığı yastık sırtını, adım attığı eşik dizini, baktığı ayna yüzünü tanıyordu sanki.  Hızdan ve uyaran çokluğundan parçalanmış belleğini yamıyor, onarıyordu bu çağrışım bahçesi, yeniden bir bütünlük, ahenk duyumsuyordu. 

Ahşap gömme dolapların önünde durdu; misafir miydi, ayıp olur muydu?.. Kendini tutamadı, tek hücreli bir canlının yakınlarında bulunan bir şeker molekülüne doğru ilerlemesini sağlayan ilkel ve karşı konulamaz yönelimle, dolaplardan birinin, çok iyi bildiği birinin kapağını açtı. O anda kulağı da katıldı bu hatırlama ziyafetine, o tanıdık dolap kapağı gıcırtısıyla. İşte karşısındaydı; ağzı dar, gövdesi kocaman, yeşil üfleme cam kavanozların içinde duruyorlardı. En çok cevizliyi severdi ama hangisi cevizliydi seçemedi. Bir kavanozun kapağını kaldırıp elini daldırdı. Çekerken zorlandı biraz, eli büyümüştü! O sırada iştah açıcı bir tepsiyle içeri giren halasının sesiyle irkildi, kavanoz tangırdadı panikle çarpan kolundan. 

-Kömbe düşmanı seniii! Buldun mu hemen!

Halası az kovalamamıştı çocukken. “Kömbe düşmanı” diye koşardı peşinden. Hani çocukların ısrarla sevdiği, tekrar tekrar bıkmadan yediği şeyler olur ya, bu güzel kokulu kurabiyeler de öyleydi onun için.  Elinde üç tane kömbeyle kalakalan Selva mahcup,

-Dayanamadım.

-Yi kuzum yi! Ben sana cevizlisini de yaparım. 

Yıllarca sağda solda tarçınlı kekler, zencefilli kurabiyeler, mahlepli paskalya çörekleri yeyip durmuş, yine de bir türlü bu tada ulaşamamıştı. Birkaç ısırık aldı; uzun süre sigarayı bıraktıktan sonra ilk nefeste özlem gidermiş biri gibi,

-Allah aşkına hala ne var bunun içinde, nasıl böyle kokuyor? Bağımlı eder adamı.

-Bir şi yok yavrum, bildiğin kömbe baharatı, sen seviyorsun diye öyle geliyor.

-Yok yok, ne var Allasen söyle. Nerden buluyosun bunu?

-Bildiğin kömbe baharatı, Uzun Çarşı’dan alığım, yeddi baharat.

Tarçın, yenibahar, zencefil, muskat, karanfil, mahlep ve damla sakızından oluşan bir karışımdı kömbe baharatı. Genelde dini bayramlarda yapılırdı kömbe ama annesi ona sık sık yapardı. Üstelik o yeşil cam kavanozlarda iki üç ay taze kalırdı. Selva da gelip gidip elini daldırır; dibi delikmiş, bir türlü doymazmış gibi, çocuk cüssesinden umulmayacak kadar çok yerdi.

Her çocuğun annesinin yaptığı, oranıyla, içindekilerle annesine has bir karışım olan bir hamur işi; ekmek, çörek, kurabiye, poğaça ya da pasta kokusu vardır ya… Annenizin -ya da size bakan kişinin- en iyi bildiği, en sık yaptığı o hamurun pişerken evin içine dağılan kokusu… Yemek için başkasına muhtaç olduğunuz, kendi halinize bırakılsanız ölüp gideceğiniz bir yavru olduğunuz günlere ait o koku. İlk yemek, şefkatle doyurulma gibi bir izi kalır ya insanda. İşte Selva için kömbe kokusu öyleydi ve ona bir isim vermek istedi. Seçtiği isim, küçükken kimsenin anlam veremediği şekilde kömbeye taktığı iki heceli addı; “ufp nee” Bu ad, az önce, halasının onu yakaladığı anda aklından geçmişti, rüzgârda salınan incecik bir tül gibi. Bir şey nerede ve hangi ruh haliyle öğrenildiyse o koşullarda hatırlanma oranı artarmış ya, ondan muhtemelen. Böylece, “ufp nee” bizi küçükken doyuran kişinin pişirdiği hamurun eve yayılan kokusu olarak Selva’nın koku sözlüğünde yerini aldı. 

Sedirlere uzanıp, birbirlerine doymaya çalışır gibi uzunca baka baka konuştular, eskilerden, yenilerden, komşulardan, gidenlerden…. Yediği oruklar ve kömbelerden rehavet çökmüştü, halası yukarda ona yerini hazırladı. Begonvillerin sarılarak yukarı kata uzandığı merdivenlerden odasına geçen Selva, ipek çarşaf ve yorgan örtüsünden hazırlanmış yatağa uzandı. Tavandaki koyu renkli ahşap leke karşısındaydı, çocukken onu korkutan leke hiçbir şeye benzemeyen kara kuru biçimsiz bir şeydi, büyümüş haliyle baktığında. Onu korkutan zihinsel tantana yoktu, oda çok sakin, yatak çok yumuşaktı. Bir süre sonra, bunları düşünürken üzerine yorgunluk çöken Selva’nın cümleleri dağılmaya başladı. Göz kapakları ağırlaştı, en son karşısında daldığı ahşap tavan detayının üzerine kapandı. Fikirler değil, parçalar halinde algılanan gerçekler geliyordu zihnine; “orada”, “yeşildir”, “hareket etti” gibi. İpekten kumaşlara sarınmış, rüyaya giriyordu. Etrafta insanı örten, koruyan bir sessizlik vardı. Avludaki hayvanlar, böceklere varana dek çoktan uyumuş, kediler ve kuşlarsa çoktan rüya görmeye başlamıştı.